3 Haziran 2013 Pazartesi

Alzheimer Hastalığı Nedir

Alzheimer Hastalığı (AH) en sık görülen demans (bunama) tipidir. Bunama ya da demans, günlük yaşam aktivitelerinin sürdürülmesini engelleyen ilerleyici, kronik bir beyin hastalığıdır. Bellek kaybı, günlük yaşamın gereksinimleriyle başa çıkabilme yeteneğinde azalma, algılamada, toplumsal davranışların düzenlenmesinde ve duygusal tepkilerin kontrolünde bozulma sık karşılaşılan belirtilerdir. Bunama ya da demans, büyük çoğunlukla geri dönüşsüz ve ilerleyici bir durumdur.


Alzheimer Hastalığı, kadın ve erkekleri eşit oranda tutar. Erişkinlerde, kalp hastalıkları, kanser ve inmeden sonra gelen en sık ölüm nedenidir. Belirlenmiş risk faktörleri arasında ileri yaş ve ailede Alzheimer Hastalığının bulunması yer alır. Alzheimer Hastalığının seyri genellikle yavaştır.


Alzheimer Hastalığının sıklığı yaşla birlikte artar. Alzheimer Hastalığı tanısı konan hastaların çoğunluğu 65 yaşın üzerinde olmakla beraber, kırklı ve ellili yaşlarda da görülebilir. Bu nedenle, sadece çok yaşlıların hastalığı şeklindeki kanı doğru değildir.


Alzheimer Hastalığının kalıtsal ve kalıtsal olmayan tipleri bulunur. Kalıtsal tipi oldukça seyrektir (tüm Alzheimer hastalarının %1-5′i). Ellili yaşlardaki hastalar genellikle bu gruptandır. Kalıtsal olmayan tipi, Alzheimer hastalarının % 80′nini oluşturur; yaşlı hastalar genellikle bu grupta yer alır.


Ailenizde Alzheimer hastası varsa, bu sizin de ilerde hasta olacağınız ya da hastalığı çocuklarınıza aktaracağınız anlamına gelmez. Birçok çalışma, hastalığın oluşumunda birden fazla kalıtsal özelliğin rol oynadığını göstermiştir. Alzheimer Hastalığı bulaşıcı bir hastalık değildir.


Alzheimer Hastalığının nedeni henüz tam olarak bilinmemektedir. Hastalığın ortaya çıkmasında birden fazla etken rol oynuyor olabilir. Olası nedenler arasında, kalıtım (genetik), beyinde anormal proteinlerin birikimi ve çevresel faktörler (zehirli maddeler vb.) sayılabilir.


Alzheimer Hastalığına kesin tanı konulmasını sağlayacak tek bir test mevcut değildir. Tanı, benzer belirtiler verebilecek diğer hastalıkları elemek için yapılan çeşitli klinik ve laboratuvar testlerin yardımıyla konur.


Alzheimer Hastalığının belirtilerden biri ya da birkaçı sizde ya da yakınlarınızda bulunuyorsa, vakit geçirmeden pratisyen hekim, aile hekimi, iç hastalıkları, nöroloji ya da psikiyatri uzmanlarına başvurmalısınız.


Alzheimer Hastalığının Belirtileri Nelerdir?


Alzheimer Hastalığının habercisi olabilecek sık karşılaşılanbelirtiler aşağıda sıralanmıştır. Kendinizde ya da yakınlarınızda bu belirtilerdenbiri ya da birkaçı bulunuyorsa, nörolojik muayene için hekime başvurmalısınız.


1- Günlük yaşam aktivitelerini etkileyen bellekkaybı

İsimleri, telefon numaralarını ya da randevuları ara sıra unutup sonratekrar hatırlamak normal bir durumdur. Alzheimer Hastalığı ya da diğerdemans tiplerinden biri bulunan hastalar, yakın geçmişteki olayları, insanisimlerini ve telefon numaralarını daha sık unuturlar ve daha sonra dahatırlayamazlar.


2- Günlük yaşam aktivitelerini yapmada güçlük

Telaşlı insanlar bazen yemeği fırında unutabilir ve yemek yandıktansonra hatırlar. Alzheimer Hastalığı bulunanlar ise, yemeği fırında unutmaklakalmaz, hazırladıklarını da hatırlamayabilirler.


3- Kelime bulmada güçlük

Hepimiz bazen doğru kelimeyi bulmada güçlük çekebiliriz. AlzheimerHastalığı bulunanlar ise çok basit kelimeleri unutabilirler ya da yerineuygun olmayan kelimeler kullanabilirler.


4- Zaman ve mekan karmaşası

Hangi günde olduğunuzu ya da nereye gideceğinizi bir an için unutmaknormaldir. Alzheimer Hastalığı bulunanlar ise, hergün geçtikleri sokaklardakaybolabilir. Nerede olduklarını, oraya nasıl geldiklerini ya da evlerinenasıl gideceklerini bilemeyebilirler.


5- Yargı ve karara varmada güçlük

Bazen başka bir işe dalıp geçici olarak asıl yaptığımız işi unutabiliriz.Alzheimer Hastalığı bulunanlar ise, asıl yaptıkları işi tamamen unutabilirler.Uygun şekilde giyinemeyebilirler, birkaç gömlek ya da kazağı üst üste giyebilirler.


6- Pratik düşünme becerisinde güçlük

Pratik yöntemlerle, günlük bazı karmaşık sorunlarımızın üstesindengelebiliriz. Alzheimer Hastalığı bulunanlar ise, pratik çözüm üretmedegüçlük çekerler.


7- Sık kullanılan eşyaların yerlerini değiştirme

Hepimiz bazen cüzdan ya da anahtarlarımızı olağan dışı yerlere koyar,sonra da bir süre ararız. Alzheimer Hastalığı bulunanlar ise, eşyalarınıolmadık yerlere koyabilir: gözlüğünü buzdolabına ya da kol saatini şekerkavanozuna koymak gibi.


8- Ruh hali ya da davranışlarda değişim

Hepimiz zaman zaman üzgün ya da kaygılı bir ruh hali içinde olabiliriz.Alzheimer Hastalığı bulunanlar ise, herhangi bir neden olmaksızın anidenağlayabilir ya da çok sinirli hale gelebilir.


9- Kişilik değişimleri

İnsanların kişilikleri yaşla birlikte bir miktar değişim gösterebilir.Alzheimer Hastalığı bulunanlar ise, ani ve belirgin değişimler gösterebilir.Şüpheci, telaşlı ya da korku içinde bir kişilik sergileyebilirler.


10- Sorumluluktan kaçınma

Zaman zaman ev işlerinden, iş ve sosyal sorumluluklardan bıkıp, yorulabiliriz.Bununla beraber, bu sorumluluklarla mücadele gücümüzü tekrar kazanırız.Alzheimer Hastalığı bulunanlar ise, iş ve sosyal alanlarda çok pasif halegelebilir ve bu kalıcı bir hale dönüşebilir.


Alzheimer Hastalığının Riskleri Nelerdir?


AH için günümüzde belirlenmiş olan risk faktörleri, yaş, aile öyküsü ve kalıtımdır. Bununla beraber, bilim adamları başka risk faktörlerinin de bulunduğuna inanmaktadır.


Yaş

AH için en belirgin risk faktörü yaştır. Yaş ilerledikçe, AH gelişim riski de artar. AH nadiren 40′lı ve 50′li yaşlarda görülebilmekle beraber, tanı konan hastaların büyük bir bölümü 65 yaş üzerindedir.


Ailede demans öyküsü bulunması

Çalışmalar, Alzheimer hastalarının akrabalarında hastalık sıklığının daha yüksek olduğunu göstermektedir. Bu gözlemler, Alzheimer hastalarının yakın akrabalarının, ailesinde Alzheimer hastalığı bulunmayanlara göre daha yüksek risk altında olduğunu ortaya koymaktadır. Bunula beraber, ailenizde Alzheimer hastası varsa, bu sizin de ilerde hasta olacağınız ya da hastalığı çocuklarınıza aktaracağınız anlamına gelmez.


Kalıtım

Bazı ailelerde hastalık, kalıtsal hastalıklarda olduğu gibi geçiş gösterir. Bu ailelerde yapılan çalışmalar, AH ile ilişkili üç kromozom saptamışlardır. Bunlar 21., 14. ve 19. kromozomlardır. 21. ve 14. kromozomlar, 40′lı ve 50′li yaşlarda başlayan AH ile ilişkili bulunmuştur; ileri yaşta başlayan (65 yaş üzeri) AH ile ilişkili değildir.


Kısa bir süre önce, 19. kromozom üzerinde APOE-e4 adlı bir genin ileri yaşta başlayan (65 yaş üzeri) AH ile ilişkili olduğu saptanmıştır. Bu gen günümüzde birçok araştırmacı tarafından AH için bir risk faktörü olarak kabul edilmektedir. Bununla birlikte, bu bir hastalık geni değil, hastalığa karşı duyarlılığı artıran bir gendir. Bu gene sahip olan kişiler AH’na yakalanmadan sağlıklı bir yaşam sürebilirler.


Tartışmalı risk faktörleri


Kafa travması

Şiddetli bir kafa travması demansa neden olabilmektedir. Ayrıca sürekli kafa travmasına maruz kalan boksörlerde AH’na benzeyen bir tür demans görülmektedir.


Ailede Down sendromu ve Parkinson hastalığı bulunması

Birinci derece akrabasında Down sendromu ya da Parkinson hastalığı bulunanlarda AH riski, bulunmayanlara göre bazı çalışmalarda yüksek bulunmuştur.


Alkol tüketimi

Alkolizm demansa neden olmaktadır, bununla beraber araştırıcılar alkol tüketiminin AH ile ilişkisiz olduğunu düşünmektedir.


Çevresel / mesleki etkenler

Kimyasalların, metallerin ya da diğer toksik maddelerin AH riskini artırıp artırmadığı araştırılmaktadır. Şu ana kadar, hastalık riskini artırdığı saptanan bir madde saptanmamıştır. Alüminyum, risk faktörü olarak güncelliğini korumakla beraber, kanıtlanmış herhangi bir veri bulunmamaktadır.


Cinsiyet

Alzheimer hastalığı her iki cinste eşit oranda görülmektedir.


Alzheimer Hastalığının Evreleri ve Tedavisi Nelerdir?


ALZHEIMER HASTALIĞININ 3 EVRESİ BULUNMAKTADIR


Hastalık gelişiminde üç farklı evre gözlenebilir. Bazı belirtler evrelere özgüyken, bir kısmı ortaya hiç çıkmayabilir. Evreler arasında uzun yıllar geçebilir:


1. EVRE

Hafif ve genellikle ihmal edilen belirtiler:


A. Bellek kaybı (genellikle yakın geçmişteki olaylara ilişkin);
B. Zaman disoryantasyonu (günün tarihini hatırlama güçlüğü);
C. Mekan disoryantasyonu (bilinen mekanları tanıma güçlüğü, örneğin evdedir fakat nerde olduğunu karıştırabilir).
D. İnisiyatif kaybı.
E. Kelime bulma güçlüğü. Bu ilk belirtiler nedeniyle, kişi ürkmüş, utanmış ya da kederli durumda olabilir.


2. EVRE

Günlük yaşam aktivitelerinin sürmesini engelleyen belirgin düzeyde belirti ve problemler :


A. Belirgin bellek problemleri (örn. aile üyelerinin isimleri);
B. Kendine yeterliğin azalması (örn. yıkanma, giyinme gibi işlevlerde yardım gerekiyor);
C. Çevrede kaybolma;
D. Konuşma bozukluğunda artma;
E. Halusinasyonlar.


3. EVRE

Tam bağımlılık. Zihinsel bozukluklar belirgin fiziksel bozuklukla birliktedir.


A. Yardım edildiği halde beslenmede güçlük;
B. Arkadaşları ve aile üyelerini tanımada güçlük;
C. Yürüme güçlükleri (hasta yatağa bağımlı durumda olabilir);
D. İdrar ve/veya gaita kaçırma;
E. Belirgin düzeyde davranış bozuklukları.


TEDAVİ

Maalesef, hastalığın nedeni henüz bulunamadığından, tam düzelme ya da “şifa” sağlayacak bir tedavi yoktur. Yine de, belirtileri azaltıp, hastaların yaşam kalitelerini yükseltecek ilaçlar mevcuttur.


Buna ek olarak, hem hastanın hem de hasta yakınının hastalığa uyum sağlamasını amaçlayan bir çok ilaç dışı yöntem bulunmaktadır.


İLAÇ TEDAVİSİ

Belirtilere yönelik ilaçlar : AH’nın sıkıntı verici belirtilerini (huzursuzluk, uykusuzluk, saldırganlık, vb.) azaltmakta faydalı olabilen bir dizi ilaç vardır. Ancak, tıbbi denetim altında verilmedikleri takdirde düzeltmeleri beklenen belirtileri kötüleştirebilir. Bunun sonucunda konfüzyon, inkontinans, vb. yeni belirtiler ortaya çıkabilir. Bu tür ilaçlar arasında şunlar sayılabilir:

-ANTİDEPRESANLAR

-NÖROLEPTİKLER

-ANTİ-ANKSİYETE İLAÇLAR

-ANTİ-PARKİNSON İLAÇLAR

-TRANKİLİZANLAR

-BARBİTURATLAR


YENİ İLAÇLAR :

AH’da sinir hücresi kaybı dolayısıyla azalan asetilkolin miktarının yeniden dengelenmesini hedefleyen yeni ilaçlara, kolinesteraz inhibitörleri adı verilmektedir. Asetilkolin beyne ait süreçlerin bir çoğunda ve özellikle de belleğe ait olanlarda işlev gören bir kimyasal maddedir.


İLAÇ DIŞI TEDAVİLER

Yurtdışında bu amaçla en sık kullanılan standart tedavi uygulamalarının başında Gerçeklik Yönelimi Tedavisi (Reality Orientation Therapy) ve Geçerlileştirme Tedavisi (Validation Therapy) sayılabilir. Her ikisi de, hasta yakını ve hasta arasındaki iletişimi kolaylaştırmayı hedefler. Bu tedaviler standart biçimleriyle henüz ülkemizde uygulanmamaktadır. Bu tür ilaç dışı yaklaşımların temel ilkesi, karşıdakini anlamak ve kendini ona anlatmaktır. Dolayısıyla, bir AH uzmanıyla görüşme, muayene ve ilaç tedavisi yanı sıra, ilaçsız tedavi yaklaşımlarını da içerecektir.


Kelimelerin yegane iletişim araçları olmadıklarının akılda tutulması son derece önemlidir. Yüz ifadesi, jestler, ses tonu ve temas, zihinsel durumun aktarılmasını sağlayan temel iletişim araçlarıdır.


Alzheimer Hastalığının İlk Hastası Kimdir?


İnsanoğlu bilimin ışığında hızlı adımlarla ilerlerken, insan bedeni ve onu etkileyen hastalık nedenleri ile ilgili araştırmalarında da hergün yeni şeyler öğreniyor. Yüzyıllarca dünyayı kırıp geçiren infeksiyon hastalıklarına, genetik bozukluklara, yaşlılıkla ortaya çıkan organ yetmezliklerine ve daha nice soruna karşı etkili çözümler bulurken, bir yandan da daha önce tanımadığı hastalık tablolarıyla karşılaşıyor. Bunların bir kısmı yeni yaşam koşullarının (örneğin atmosferdeki değişiklikler, hormonlu veya katkı maddeli besinler gibi) beraberinde getirdiği sorunlar, ama bir kısmı da belki binlerce yıldır varolan, ancak hekimlerin ve bilgi yetersizliği nedeniyle bilim adamlarının hiç bir zaman tanı koyamadığı, gizli kalmış hastalıklar.


Bundan tam 96 yıl önce, Alman Dr. Alois Alzheimer, çalışmakta olduğu Frankfurt Akıl Hastalıkları Hastanesi’nde 51 yaşındaki kadın hastasını muayene ederken, tespit ettiği bulgu ve belirtilerin nasıl yorumlanması gerektiğini henüz bilmiyordu, çünkü o günün tıp kitaplarında böyle bir bilgi yer almıyordu.


Özellikle bunama, epilepsi (sara) ve ağır psikiyatrik bozukluklar üzerinde yeni geliştirilen tekniklerle araştırmalarını sürdüren Dr. Alzheimer, Auguste D adındaki bu hastada bellek bozukluğu, halüsinasyonlar, paranoya, oryantasyon bozukluğu, konuşma bozukluğu ve beklenmedik psikososyal davranışlar farkederek hastaneye yatırdı ve yakın takip altına aldı. Yaklaşık beş yıl kadar izlediği hastasını 1906 Nisanında ne yazık ki kaybeden Dr. Alzheimer, o sırada çalışmakta olduğu Münih Kraliyet Psikiyatri Kliniği’de Auguste D’nin beyin otopsisini yaparak çok önemli bazı beyin dokusu değişiklikleri saptadı. Bu hastadaki bozukluğu, hem klinik tablosu hem de mikroskopik bulgularıyla tıp dünyasının dikkatine sunan Dr. Alzheimer, böylelikle yeni keşfettiği bir hastalığa adını veren hekim olmuştu.


Alzheimer hastalığına yakalanan Auguste D, bundan 96 yıl önce ilk tanı konan hasta olarak kabul edilebilir. Tanı konması, onun daha fazla yaşamasını sağlamadı, ama Dr. Alzheimer’e sunduğu bilgiler sayesinde kendisiyle aynı kaderi paylaşacak olan tüm insanlar için bir umut ışığı yaktı. Bugün Alzheimer tanısı konan hastalar çok daha şanslı, çünkü Dr. Alzheimer’in izinde yürüyen yüzlerce, belki binlerce bilim adamı, onun bilgilerini çok ilerilere taşıdılar ve artık bugün Alzheimer hastaları için yapılacak çok şey var…


Dr. Alzheimer’in doğduğu ev, müze ve konferans merkezi oldu…


Auguste D ismindeki kadın hastasında tanımladığı bulgularla Alzheimer hastalığının tıp literatüründe kendi adıyla anılmasını sağlayan Alman Doktor Alois Alzheimer’in Marktbreit’taki şirin evi, ölümünün 80. Yıldönümü olan 19 Aralık 1996’da müze ve konferans merkezi olarak ilk konuklarını ağırladı.


Renove edilerek 18. yüzyıl tarzında yeniden dekore edilen bu evin açılışında, Uluslararası Alzheimer Derneği (ADI) Başkanı Dr. Nori Graham ve Robert Gomez’in yanısıra Avrupa Alzheimer Derneği’ni (AE) temsilen Dr. Henk ter Haar da bulundu.



Alzheimer Hastalığı Nedir

İskelet ve Kas Sistemi

Canlılarda, vücuda desteklik sağlayan ve hareketi kolaylaştıran sistemdir.


Tek hücrelilerde bu görevi hücre zarı ve hücre çeperi yapar.


Bitkilerde Destek Yapılar


Bitkilerde selüloz hücre çeperi, turgor basıncı, destek dokuyu oluşturan kollenkima ile sklerinkima gibi yapılar desteklik sağlar.


Hayvanlarda İskelet Sistemi


Hayvanlarda iskelet ikiye ayrılır.


1- Dış İskelet: Sadece omurgasız hayvanlarda bulunur. vücudun dışında bulunan ve vücudu dış etkilerden koruyan destek yapıdır. Büyümeyi sınırlar, üzerinde vücut örtüsü bulunmaz. Protein, k.hidrat ve yağ gibi organik moleküller ile kalsiyum karbonat gibi inorganik moleküller oluşabilir.


2- İç İskelet: Omurgasızların bazılarında (süngerler, derisi dikenliler) ve bütün omurgalı hayvanlarda bulunur. İç iskelet vücudun içinde bulunur, vücuda şeklini verir ve iç organları korur. Üzerindeki çeşitli vücut örtüleriyle büyümeyi engellemez.


Köpek balıklarında iç iskelet kıkırdak dokusundan oluşur.


Kemik oluşumu kıkırdak ve bağ dokunun değişimi ile meydana gelir. Minareller, hormonlar (parathormon, kalsitonin, STH) dengeli beslenme vitaminler ve genetik faktörler ile kontrol edilir.


D vitamini kemiklerde Ca ve P birikimi sağlayarak kemiği sertleştirir. Eksikliğinde raşitizm hastalığı meydana gelir.


İnsanda İskelet Sistemi


İnsan iskeletinin temelini kemikler oluşturur. Yapısal olarak iki çeşit kemik vardır.


* Sert Kemik: Bütün kemiklerde bulunan, aralarında boşluk bulunmayan kemiktir. Sertlik ve dayanıklılık verir. Sert kemiklerde sarı ilik bulunur.


* Süngersi Kemik: Yapısında boşluklar bulunur. Bu boşluklarda kırmızı kemik iliği vardır.


Şekillerine göre ise üç çeşit kemik vardır.


* Yassı Kemik: Kafatası, kürek, kalça, göğüs ve kaburga kemikleridir.
* Kısa Kemikler: Omurga kemikleri, el ve ayak bilek kemikleridir.


* Uzun Kemikler: Kol ve bacak kemikleridir.


Kemiklerin en dışında periost (kemik zarı) bulunur. Kemiğin kalınlaşmasını ve onarılmasını sağlar.


Kemikler birbirine eklemlerle bağlıdır. Üç çeşit eklem vardır.


* Oynar Eklem: Hareket yeteneği en fazla olan eklemlerdir. Kol ve bacaklarda vardır. Oynar eklemde birbirine bağlı olan iki kemiğin uçları eklem kapsülü içindedir. Bu kapsül içinde sinovial zar bulunur.


* Yarı Oynar Eklem: Kısıtlı hareketlere izin verir. Omurga kemikleri arasında ve dirdeklerde bulunur.


* Oynamaz Eklem: Harekete olanak sağlamazlar kafa tası kemiklerinde görülür.


Parathormon kemiklerden kana Ca geçişini, tirokalsitonin ise kandan kemiklere Ca geçişini sağlar.


Kemiğin yapısında %25 su, %45 inorganik maddeler ve %30 organik maddeler bulunur.


Kas Sistemi


Kaslar kemik ve eklemlerle beraber hareketi sağlar ve desteklik verir. Kas hücre zarına sarkollemma, sitoplazmasına ise sarkoplazma denir.


Kaslar düz kas, çizgili kas ve kalp kas olmak üzere üç çeşittir. Düz kaslar ile kalp kası otonom sisteme bağlı olarak çalışır, çizgili kasların çalışması ise beynin kontrolündedir.


Kasların çalışması kas telcikleri (miyofibrin) ile olur. Miyofibrinleri oluşturan kas ipliklerinin kalın ve kısa olanlarına miyozin, ince ve uzun olanına aktin denir. Bunların temel yapısı proteindir. Aktin ve miyozin aktinomiyozin kompleksini oluşturur. Aktinomiyozinler iplikleri, iplikler kas telciklerini, kas telcikleri kas tellerini, teller kas demetlerini oluşturur.


Kasların Kasılma Mekanizması


Kaslar miyelinli sinir liflerinin denetiminde çalışır. İmpulslar sinir telerinin motor uç plağına ulaşınca sinir hücrelerinden asetilkolin salgılanır. Bu madde kasları uyarır, Ca iyonlarının aktin ve miyozin iplikleri arasına yayılmasına sebep olur ve kas telcikleri kasılır.


Kasların kasılması için gerekli uyarına şiddetine eşik şiddeti denir.


Sarkomer: Art arda gelen iki Z bandı arasındaki bölgedir.


Kas kasılması ATP, Ca, K, Mg bulunan ortamda aktin ve miyozin ipliklerinin birbiri üzerine kayması ile gerçekleşir.


Çizgili kasların kasılması sırasında;


1- Aktin ve miyozin boyu değişmez .


2- I bandının boyu kısalır.


3- Z çizgileri birbirine yaklaşır.


4- H bölgesi daralır ve görünmez olur.


5- Aktin çubukları birbirine yaklaşır.


6- Kasın boyu kısalır hacmi değişmez.


Kas Sarsılması: Kasın bir kez kasılıp gevşemesidir.


I- Gizli Evre: Uyarının verildiği zaman ile kasın kasılmaya başladığı zaman arasındaki süredir.


II- Kasılma Evresi: Kasılmanın başlaması ile gevşemenin kasılması arasında geçen süredir.


III- Gevşeme Evresi: Gevşemenin başlaması ile kasın eski halini almasına kadar geçen süredir.


Bir sarsılmanın olabilmesi için uyarının ya eşik şiddetine eşit yada fazla olması gerekir.


Kas Tonusu: Kasların dinlenme durumunda bile az da olsa kasılı olması durumudur. Bu durum organizmanın uyartılara çabuk cevap vermesini sağlar.


Fizyolojik Tetanoz: Eğer kas arka arkaya sık sık uyarılırsa gevşemeden tekrar kasılır. Bu durumda kas kasılı kalır. Buna fizyolojik tetanoz denir.


Kasların kasılması ve gevşemesi için enerji gereklidir. Bu enerji ilk olarak ATP`den sonra kreatin fosfat, glikoz ve glikojenden sağlanır. ATP`nin yeniden oluşması için kullanılan ilk enerji kaynağı kreatin fosfattır.


Kreatin fosfat + ADP = kreatin + ATP


ATP elde etmenin diğer bir yolu da kastaki glikojenin glikoza, glikozunda ATPye dönüştürülmesidir.


Kas kasılması sırasında glikojen, O2, ATP ve kreatin fosfat azalır, laktik asit, CO2, inorganik fosfat, ADP ve kreatin azalır.


Eğer kasılan kaslar gerekli enerjiden yoksun ise kasılı durumda kalır.


Tetani: Kasların gevşemesini sağlayan kasılmalardır. Ca tuzlarının eksikliğinde ortaya çıkan ellerde ve parmaklarda gözlenen ağrılı kasılmalardır.


Antagonist kaslar: Birbirine zıt çalışan kaslardır. Biri kasılırken diğeri gevşer.


Sinerjit kaslar: Aynı anda kasılıp gevşeyen kaslardır. Bu durumda eklem dik ve hareketsiz kalır.



İskelet ve Kas Sistemi

Beslenme Sorunları ve Açlığın Yol Açmış Olduğu Hastalıklar

Nüfus değişimindeki önemli unsur olan ölümlerin nedenlerinden biri de beslenmedir. Dünya nüfusunun yaklaşık üçte ikisi açlık çekmekte ve bu oran giderek artmaktadır.


Dünya nüfusunun beslenme sorunları özellikle İkinci Dünya Savaşından sonraki yıllarda bir çok araştırmaya konu olmuştur. Bazı araştırmacılar dünya nüfusunun beslenme konusunda pek kötümser olmamalarına karşın, büyük bir bölümü sorunu çok önemli buluyor ve tehlike çanlarının çalmakta olduğu üzerinde durmuşlardır. Özellikle 1970’lerin başında, tarımsal ürün fazlalığının söz konusu olduğu devrede, bu konuda iyimser bir hava estiyse de, 1975’ten itibaren yayınlarda besin sorunu yine küçümser açıdan değerlendirilmeye başlandı.


Aslında besin maddeleri kıtlığında, başta iklim olarak, doğal çevre koşullarının etkileri hala büyüktür. Çevreciler, insanların çevreyi kötü kullanmasıyla bu koşulları daha da olumsuz hale getirdikleri üzerine önemle durmaktadırlar. Ancak ekonomik, teknik ve sosyal koşulların bu konuda büyük yeri olduğu da açıktır. Nitekim günümüzde sanayide gelişmiş ülkelerde tarım ve hayvancılık alanında da öteki ülkelere göre verimin çok yüksek olduğu da bir gerçektir.


Besin maddeleri arzının  miktarına ve niteliğine bağlı olarak iki tür açlık vardır. Aç kalma yada yetersiz beslenme, yeterli miktarda yiyecek bulunmadığın da meydana gelir. Dünya nüfusunun en az onda birinin bu açlık içinde bulunduğu tahmin edilmektedir. Bunun dışında, yiyeceklerin dengeli ve uygun tipte olmamasından doğan dengesiz beslenme ise daha yaygındır. Uzmanlara göre dünya nüfusunun yarısı dengesiz beslenmektedir.


Vücudun protein, vitamin ve kalsiyum, demir, fosfor ve iyot gibi minerallere de ihtiyacı vardır. Gelişmekte olan dünyada beslenme, genellikle bu maddeler bakımından yetersizdir. Alınan besin maddeleri geniş çapta üretimi daha kolay ve daha ucuz olan nişastalı tahıllar, kökler  ve kamıştan oluşmaktadır. Çok az et, diğer hayvansal ürünler ve sebze yenilmektedir.


 


 


YETERSİZ BESLENME SONUCU ORTAYA ÇIKAN HASTALIKLAR


En sık rastlanan hastalıklar marasmus (kuruyup zayıflama illeti) ve Kwashiorkor’dur. Genellikle beslenememe sonucu ortaya çıkan marasmus daha çok bebeklerde görülmektedir. Bu hastalıkta bebek yada çocuk son derece zayıf, buruşuk derili ve patlak gözlüdür. Kwashiorkor ise; protein yetersizliğinin yarattığı bir hastalıktır, yine en çok küçük çocuklar arasında rastlanır. Belirtileri arasında, gelişmede gerileme, rengi değişmiş bir deri vardır. Saçlarında rengi değişir, dökülmeye başlar. Bacaklar ve ayak ağrıdan çarpılır ve duygular yitirilir. A vitamini eksikliği ise; milyonlarca kişinin tamamen yada kısmen kör olmasına yol açan göz hastalıklarıyla sonuçlanır. Thiamine  yetersizliği sonucu ortaya çıkan beriberi en çok beslenmenin pirince dayalı olduğu Güneydoğu Asya’da görülür. Diğer besin yetersizliği hastalıkları arasında aneminekansızlık, raşitizm, iskorbit ve kemik yumuşaması vardır. Açlık yalnızca beslenmeyle ilgili hastalıklara yol açmaz, aynı zamanda diğer hastalıklara karşı direnci de azaltır. Dünyada her yıl ölümlerin dörtte bir kadarının açlıktan dolayı olduğu tahmin edilmektedir.


Dünyada açlık insanları çeşitli yollardan etkilemektedir. Gelişmekte olan ülkelerde insanların çoğu çocukluk dönemlerini atlatsalar bile hayatiyetlerini kaybetmekte ve sağlıkları da çok kötü bir durumda olmaktadır. Açlık beyni ve vücudu etkilemekte ve zihinsel gelişmeyi geciktirmektedir. Enerji ve duygu kaybına yol açmakta dolayısıyla  çalışma verimini de yok etmektedir. Kimi araştırmacılara göre bu daha sonrada insanın besin maddesi üretimi ya da yiyecek satın almak için para kazanma yeteneğini azaltmakta, gelişmekte olan dünyada yoksulluk ve açlık fasit dairesini sürdürmektedir.



Beslenme Sorunları ve Açlığın Yol Açmış Olduğu Hastalıklar

Kalp Dipolü Ve Einthoven Üçgeni

Kalbin elektriksel eşdeğeri olarak yapılan eşkenar bir üçgen yardımıyla I,II ve III. derivasyonlarının ve aksının hesaplanarak teorik ve deneysel sonuçlarının karşılaştırılması.


ARAÇLAR


1- Puls jeneratörü


2- Osiloskop


3- Diferansiyel amplifikatör ve giriş/çıkış kutuları


4- Plastik eşkenar üçgen ve açı ölçer


5- Çeşme suyu


6- 2 adet Krokodil kablo


7- EKG için 3 adet elektrod ve jel


GENEL BİLGİ


Hacim iletkeni içindeki aktif bir kalp hücresi herhangi bir andaki elektriksel etkinliği bir elektriksel dipol ile temsil edilebilir. Örneğin, ventriküllerin değişik kesimlerinde yayılan depolarizasyon dalgaları birer elektriksel dipolle temsil edilmiştir. Bu vektörler, hep kendilerine paralel kalarak, başlangıçları bir noktaya kaydırılabilir ve bileşkeleri alınabilir. Elde edilen bileşke vektöre kalbin elektriksel dipol momenti veya daha kısaca kalp dipolü, doğrultusuna ise kalbin elektriksel ekseni adı verilir. Bir dipolün hacim iletkeni olan vücutta oluşturacağı akım çizgileri (veya elektriksel alana ait kuvvet çizgileri) ile bu çizgilere daima dik olan eş potansiyel çizgileri Şekil 1’de görülmektedir. Kalp dipolü, Einthoven üçgeni olarak adlandırılan ve köşeleri sol kol (L), sağ kol (R), ve sol bacak (F) olan bir eşkenar üçgenin ağırlık merkezinde düşünülür.






Şekil 1. Einthoven üçgeni ve kalp dipolü.




Sorular


1) I, II ve III derivasyonların hangi kol ve bacaklara bağlanır?


2) Einthoven formülü nedir?


3) Teorik ve deneysel sonuçlar birbirini doğrulamakta mıdır?


DENEYLER
















Şekil 2.





Deneylerin Yapılışları:


Einthoven Üçgeni ve Kalp Dipolü


Kalbin elektriksel aktivitesi, büyüklüğü ve yönü zamanla değişen üç boyutlu elektriksel dipol ile gösterilebilmektedir. Kalp dipolünün frontal, horizontal ve vertikal düzlemler üzerindeki iz düşümlerinin değişik eksenler boyunca oluşturduğu potansiyel farkları, klinikte tanı olarak kullanılmaktadır. Örneğin frontal düzlem üzerindeki kalp dipolünün izdüşümünün sağ kol (RA), sol kol (LA) ve sol bacağın (LL) oluşturduğu eşkenar üçgenin kenarları üzerindeki potansiyel farkları, bizim bildiğimiz standart ekstremite derivasyonlarına karşılık gelmektedir (Şekil 2).


Bu modelde bir eşkenar üçgen ve bu üçgenin merkezine yerleştirilmiş bir elektriksel dipol kaynağı bulunmaktadır (Şekil 3 ). Bu deneyde, dipol kaynağının eşkenar üçgenin kenarları boyunca oluşturduğu potansiyel farkları ölçülecektir.







Şekil 3.





Modelimizde eşkenar üçgen, RA, LA, LL oluşturduğu Einthoven üçgeninin; elektriksel dipol, kalp dipolünün ve eşkenar üçgen içinde bulunan çeşme suyu ise, vücut dokusunun karşılığı olarak kabul edilecektir.


Elektriksel dipolün biçimini QRS kompleksine benzetmek için üçgen puls seçilmiştir. Üçgen puls bir puls jeneratöründen sağlanmaktadır. Bu elektriksel dipol momentin eşkenar üçgenin köşelerinde oluşturduğu potansiyel farkları bir diferansiyel amplifikatör ile yükseltilerek osiloskop ekranında gözlenmektedir. Puls jeneratörü, dipol sisteme merkez negatif (-) dış taraf pozitif (+) kutup olacak şekilde bir üçgen puls uygulamaktadır. Bu nedenle elektriksel dipolün yönü merkezden dışarıya doğru yönelmiştir (Şekil 3) ve ayrıca dipol kaynağının eşkenar üçgenin değişik kenarlarında oluşturduğu potansiyel farkları ölçülürken polariteler EKG’deki gibi seçilmiştir. Örneğin birinci kenarın iki ucu arasındaki potansiyel farkı ölçülürken, sol taraf (RA) diferansiyel amplifikatörün (-) girişine, sağ taraf (LA) diferansiyel amplifikatörün (+) girişine bağlanmaktadır. Amplifikatör çıkışı da osiloskopta gözlenmektedir. Osiloskop aracılığıyla potansiyel farkının hem büyüklüğü ölçülmekte hem de biçimi gözlenmektedir.


Kalp dipolünün yönü değiştiği zaman, eşkenar üçgenin kenarları üzerinde oluşturduğu potansiyel farklarının büyüklük ve polariteleri de değişmektedir. Örneğin kalp dipol momentinin yönü 60°, 120° ve 0° olduğu zaman I., II. ve III. derivasyonlarda kayıtlanan potansiyellerin büyüklük ve polariteleri Şekil 4’deki gibi olmaktadır. Doğal olarak bu olayın terside doğrudur, yani kenarlar üzerinde ölçülen potansiyel farklarından kalp dipolünün yönü bulunabilir. Klinik pratikte kalp dipolünün yönünü bulmada bu ters işlem yapılmaktadır.
















Şekil 4.





Oluşturduğumuz modelde dipol kaynağının yönü 60° ye ayarlandığı zaman, eşkenar üçgenin I, II ve III kenarlarında oluşan ve osiloskop ekranında gözlenip-ölçülen, potansiyel farklarını Tablo 1’deki boşluklara yazınız ve şekil üzerinde açıyı bulunuz.











I (volt)II (volt)III (volt) Einthoven Yasası (II=ı+III)



















Şekil 5.





Modelde, elektriksel dipolün yönünü doğru yerleştirebilmek için, pleksiglastan yapılmış saydam üçgen kabın tabanına, merkezi (orta noktası), dipol merkezinde olan ve 360° lik açı bölmesi bulunan dairesel bir iletki yerleştirilmiştir. Bu nedenle açılarda, ölçülen açı olarak belirtilen açı, iletki ile ölçülen elektriksel dipolün yönüne ait açıyı, çizimle bulunan-hesaplanan açı ise, üçgenin kenarlarında ölçülen voltajları, birbirini 60’şar derecelik açılarla kesen eksenlere yerleştirerek grafikten bulunan açıyı temsil etmektedir.


Elektriksel dipolün yönü bulunurken, bilindiği gibi, aralarında 60° açı bulunan ve birbirini kesen 3 eksen çizilir. Eksenler üzerinde uygun birimler seçilir. Örneğin bu deney için 1 cm 2 V’a karşılık gelen bir ölçek seçildi ve sonra I. eksen üzerinde ölçülen voltaj kadar ilerlendi ve işaret kondu. Üç dikmenin kesiştiği nokta merkezle birleştirildi. Elde edilen vektör, elektriksel dipol vektörüdür. Dipol vektörün yönünü bulmak için vektör ile yatay eksen arasındaki açı iletki ile ölçülür. Çizerek bulunan bu açı ile deney modelimizde ayarladığımız elektriksel dipol kaynağının yönü (açısı) karşılaştırıldığında yaklaşık aynı değerler bulunur. Bu deneyden çıkarılan sonuç şudur: Çizimle ve ölçümle bulunan elektriksel dipol vektörlerinin yönleri aynıdır, başka bir ifade ile, çizimle bulunan elektriksel dipol momentinin yönü, ölçümle de belirlenebilmektedir.


Dipol kaynağımızı şimdi de 147° lik farklı bir konuma getirdiğimizde okunan I., II. ve III. derivasyonlar, Tablo 2’deki boşluklara doldurunuz ve şekil üzerinde açıyı bulunuz. Elektriksel dipol vektörünün yönünü bulmak için yukarıdaki yapılan işlem tekrarlanırsa, Şekil 9’da görülen grafik elde edilir.











I (volt)II (volt)III (volt) Einthoven Yasası (II=I+III)



















Şekil 6.





Şimdi de dipol kaynağımızın yönünü –35° çevirelim. Ölçülen I., II. ve III. derivasyonlar Tablo 3’deki boşluklara yazınız ve şekil üzerinde açıyı bulunuz.











I (volt)II (volt)III (volt) Einthoven Yasası (II=ı+III)



















Şekil 7.





Her üç durumda da çizimle elektriksel dipolün yönünü bulmak mümkündür. Burada üç deneyde de II. eksen boyunca ölçülen potansiyel farkının I ve III eksen boyunca ölçülen potansiyel toplamına eşit olduğu görülür. Bu da bilindiği gibi Einthoven yasasıdır.


Bu üç deneydeki derivasyonlar karşılaştırıldığında dikkati şu durum çekmektedir: II. derivasyon I. ve III. derivasyonun toplamına eşittir. Bu eşitlik daha önceden bildiğimiz Einthoven yasasıdır. Einthoven yasası Kirchoff yasasının özel bir halidir. Bilindiği gibi kapalı elektriksel devrede bir noktadan kalkıp, dolaşıp aynı noktaya gelindiğinde, elektriksel potansiyelin yaptığı iş sıfırdır. Einthoven yasasında da I+II+III=0′dır, fakat klinikte toplama işlemi, çıkarma işleminden daha kolay olduğundan II=I+III formu kullanılmaktadır. Bu sebeple EKG çekiminde II. derivasyon tersine çevrilir.


Bu deneyden çıkarttığımız sonuçlar:


1. Bir eşkenar üçgenin kenarlarında ölçülen potansiyel farklarının polarite ve yönleri, bu eşkenar üçgenin merkezine yerleştirilen elektriksel dipol momentinin, kenarları üzerindeki izdüşümleriyle orantılıdır. Başka bir deyişle dipol momenti, kenarlarda izdüşümüyle orantılı potansiyel farkları oluşturmaktadır.


2. Bir eşkenar üçgenin kenarlarında ölçülen potansiyel farklarından, merkezde bulunan elektriksel dipol momentin yönü bulunabilir.


3. Eşkenar üçgenin merkezindeki elektriksel dipol momentinin kenarlar üzerinde oluşturduğu VI, VII ve VIII potansiyel farkları arasında


VI, + VII + VIII = 0 veya VII = VI + VIII


İlişkisi bulunmaktadır. Pratikte, ikinci kenardaki polarite değiştirilerek


VII = VI + VIII


şeklinde dönüştürülmektedir (Einthoven Yasası).



Kalp Dipolü Ve Einthoven Üçgeni

Hepatit B'den Korunma Yolları

Hepatit B’ye yakalananlar, hastalığı etraflarındaki diğer insanlara bulaştırmamak için, yara ve kesiklerini kapatmalı, kesinlikle kan vermemeli ve ellerinin sık sık yıkamalı.


19.11.2001 16:33:00Hepatit B’ye yakalanan kişilerin, kendilerini ve çevrelerini korumak için yara ve kesiklerini kapatmaları gerektiği belirtildi.


Viral Hepatitle Savaşım Derneği tarafından hazırlanan ve Hepatit B’ye ilişkin düzenlenen toplantılarda katılımcılara ve sağlık kuruluşlarında hastalara dağıtılan broşürde, hepatit B’nin, insanlarınbazen ağır biçimde hastalanmasına yol açan ve yaşamı tehdit edici halegelebilen bir hastalık olduğu kaydediliyor.


Hepatit B’nin, dünyada önde gelen ölüm nedenleri arasında dokuzuncu sırada yer aldığı ifade edilen broşürde, “Hepatit B ülkemizde de yaygın olup, hastalık hakkında bilgilenmek, önemli bir yaklaşımdır” deniliyor.


Nasıl etkiliyor?


Hepatit B’nin, hepatit B virüsü olarak bilinen bir virüs ile ortaya çıktığı ve bu virüsün karaciğeri etkileyerek işlevini bozduğu anlatılan broşürde, şu saptamalara yer veriliyor:


“Hepatit B virüsü, insan bünyesine girdikten sonra çok sinsice çoğalır. Sonuçta, virüsün bulaştığı kişide milyonlarca sayıda virüs oluşabilir.


Birden çok eşle ilişkiye girenler, damar yolu ile ilaç ya da uyuşturucu alanlar, virüs bulaşmış kana veya kazayla iğne batması sonucu yaralanmalara maruz kalan sağlık çalışanları ve diğer insanlar,virüslü kan verilenler, virüsü taşıyan anneden doğanlar ve Türkiye gibi taşıyıcılık oranının yüksek olduğu ülkede yaşayanlar, hepatit B’ye yakalanabilir.


Hepatit B virüsü kanda, spermde, tükürükte ve diğer vücut sıvılarında bulunur. Virüsü taşıyan bir kişinin vücut sıvıları ile yakın temas, virüsün bulaşmasına yol açabilir.”


Aman dikkat


Hepatit B virüsü taşıyan bir anneden doğan çocuklara virüs geçeceğine dikkat çekilen broşürde, bulaşma yolları şöyle sıralanıyor:


“Çoğu kişi virüsü henüz çocukken alır. Hepatit B ile dünyaya gelen 10 çocuktan 9′u erişkinlik çağında bu virüsü taşıyor olacaktır. Virüs taşıyan kişi ile prezervatif kullanmadan cinsel ilişkiye girilmesi, hastalık için uygun zemindir.


Virüs taşıyan bir kişiyle aynı enjeksiyon iğnesini, tıraş bıçağını, diş fırçasını kullanmak, o kişide kullanılan ve iyi temizlenmemiş aletlerle dövme, manikür, pedikür ve benzeri işlemleri yaptırmak, hepatit B’nin uygun bulaşma yollarıdır.


Ayrıca, tüm bu yollar dışında, virüsün bulaşmasında tespit edilememiş olan yüzde 31 yol bulunduğu da unutulmamalı. Hepatit B’den korunmak için bulaşma yollarından korunmalı ve hepsinden önemlisi de aşı yaptırılmalı.”


Belirtileri ve uyarılar


Grip tablosu, yorgunluk hali, mide ağrısı, ishal ve deride döküntü olmasının kuluçka dönemi; gözlerin ve derinin sararması ile bilinen sarılık durumu, açık renk dışkı ve koyu renk idrarın ise tipik belirtiler olduğu vurgulanan broşürde, hepatit B’ye yakalananlara şu uyarılarda bulunuluyor:


“Kendinizi ve çevrenizi korumak için yara ve kesiklerinizi kapatın. Kan vermeyin. Diş fırçası, tıraş bıçağı, tırnak makası gibi eşyalarınızı başkası ile paylaşmayın. Ellerinizi sık yıkayın. Cinsel ilişki sırasında prezervatif kullanın.


Kan bulaşmış elbiseleri soğuk suda bıraktıktan sonra sıcak sabunlusu ile yıkayın. Bulaşıkları sıcak sabunlu suda veya bulaşık makinesinde yıkayın. Yere kanınız damlamış ise kağıt havlu ile silip, çamaşır suyu ile temizleyin. Aile fertlerinizi aşılatın.”



Hepatit B'den Korunma Yolları

Tüberkülozdan Neden Korkulmaktaydı

Günümüzde tedavisi mümkün olmayan birçok hastalık varken

bir kimseye tam tedavisi mümkün olan tüberküloz teşhisi konması hiç de korkulacak bir olay değildir. Gerçekte tüberküloz, ilaçları düzenli olarak almakla kolayca tedavi edilebilir ve kimsenin bu hastalıktan ölmesine gerek yoktur. Tüberkülozdan ölen pek az sayıda kimse tedavi edilmek için vaktinde doktora gitmeyen kişiler olabilir. Tüberkülozla savaşan ilaçları aldıktan birkaç hafta sonra bulaşıcı aşamayı atlattıklarından artık tüberkülozlu hastaları sağlam kişilerden tecrit etmeye gerek yoktur.


Tüberkülozdan Neden Korkulmaktaydı ?


Bunun bir nedeni geçmişte hastalığın tedavisinin çok güç olmasıydı. Ama bu 50 yıl önce böyleydi Günümüzde hastalığı tedavi edecek antibiyotikler bulunmaktadır. Korkuların dayandığı bir başka gerçek ise dünyanın birçok başka yerlerinde tüberkülozun hala birçok kişiyi öldürmesidir. Bunun da nedeni o ülkelerde ilaçların pahalı olması ve hastaları tedavi edecek kaynakların her zaman yeterli olmamasıdır.


   Nedeni Nedir ?


Tüberküloz herkesi etkileyebilir. Tüberküloza yalnız akciğerleri ve boğazı değil diğer organları da etkileyebilen bir mikrop neden olur. Tüberküloz mikrobu yıllarca vücutta “uykuda” durup herhangi bir zarar vermeyen fakat nedense bir gün canlanıp hastalığa neden olan bir mikroptur. Tüberküloz hastalığını kışkırtan nedenler arasında diğer hastalıkları, yaşlanmayı hatta stresi sayabiliriz


Nasıl Bulaşır ?


 


Birincisi, aktif tüberkülozlu bir hastayla temas eden herkese hastalık geçmez. Mikrop bulaşsa bile “uykuda” kalabilir ve hiç bir zaman hastalığa dönüşmeyebilir ve bu kişiler aile ve yakınlarına hastalığı bulaştırmazlar.

Ancak aktif tüberkülozlu hastalar akciğerlerindeki ve boğazlarındaki mikrobu başkalarına geçirebilirler. Hasta kişi akciğerlerinde ve boğazında bulunan mikropları öksürürken havaya saçar ve başkaları da bunları solunum yoluyla tıpkı grip mikrobunu kapar gibi ciğerlerine çekerlerse kendilerine mikrop geçer. Tüberküloz böceklerden, kandan, sudan, yatak takımlarından veya çatal kaşıktan kişiden kişiye geçmez.


Belirtileri Nelerdir ?


 


Tüberküloz belirtileri arasında yorgunluk, kilo kaybı, ateş ve gece terlemesi sayılabilir. Ciğerlerinde tüberküloz mikrobu bulunan hastalarda devamlı öksürük ve her zaman olmamakla birlikte bazen öksürürken ağızdan kan gelmesi olabilir. Kendisinde bu belirtileri gören kimseler derhal en yakındaki göğüs hastalıkları kliniğine gitmelidirler.


   Tehlike Ne Olabilir ?


Tedaviye girmekte gecikirseniz akrabalarınızın özellikle çocukların ve yaşlıların, arkadaşlarınızın ve iş arkadaşlarınızın sağlığını tehlikeye sokarsınız. Kendisine verem teşhis konulan kimselerin yakınlarının da muayeneden seçerek hasta olup olmadıklarının belirlenmesi gereklidir.



Tüberkülozdan Neden Korkulmaktaydı

ŞEKER HASTALIĞI (DİABETES MELLİTUS)

Şeker hastalığı (diabetes mellitus), pankreastaki insülin yapımının yetersiz oluşu nedeniyle, özellikle karbonhidrat metabolizmasında, ayrıca lipit ve protein metabolizmalarında bozuklukla ortaya çıkan kronik bir hastalıktır.İnsulin yapımının yetersizliğinden dolayı kandaki glikozun hücrelere geçememesi ve kandaki glikoz miktarının artmasıyla ortaya çıkar.


TARİHÇESİ


Diyabet en çok görülen metabolizma hastalıklarından biridir.Bu hastalığın esas belirtisi glikozüridir. Glikozüri idrarda şeker bulunmasıdır.Bu belirtiyi 1674’te Willis bulmuştur; 1846’da , Claude Bernard merkez sinir sistemini zedeleyerek glikozüri meydana getirdi.1877’de Lancereaux, şeker hastalığının pankreas bozukluğundan ileri gelebileceğini gösterdi.1889’da, Von Meuris ve Minkowski pankreası çıkarmak suretiyle şeker hastalığını meydana getirdiler.1893’te Laguesse , şeker hastalığında yokluğu görülen maddenin , pankreastaki Langherhans adacıkları tarafından salgılandığını belirtti.Macleod bu maddeyi aradı; Banting ve Best 1922 de insülini buldu.İnsülinin bulunması, çoğu zaman öldürücü


olan bu hastalığın sonucunu tamamen değiştirdi.


TİPLERİ


Şeker hastalığının belirtileri, nedenleri ve tedavileri açısından birbirinden çok farklı tipleri vardır. Bu konuda belirsiz olan pek çok nokta olduğundan, şeker hastalığının sınıflandırılmasına ilişkin farklı görüşler vardır. Başlıca iki tip şeker hastalığı vardır. Tip I ya da genç tipi şeker hastalığında (juvenil diyabet) temel sorun insülin eksikliğidir; bu hastalarda komplikasyon olarak asidoz (kanda asillik düzeyinin yükselmesi) görülebilir. Tip II ya da erişkin tipi şeker hastalığında kandaki insülin miktarı normal, hatta biraz fazladır; buna karşılık vücuttaki işlevini yerine getiremez. Bu hastalarda asidoz ender görülür. Bunların dışında büyüme hormonunun, böbreküstü bezinde yapılan kortizolun ya da tiroit hormonlarının ve başka hormonların aşırı derecede salgılanmasına bağlı şeker hastalığı tipleri de vardır; bu hormonlar metabolizmada insüline karşıt etki gösterir.


Bu sınıflandırma her zaman klinikte görülen şeker hastalığı tablolarını bütünüyle kapsamaz; değişik dönemlerde ve koşullarda insülin yetmezliği farklı belirtilerle ortaya çıkabilir. Şeker hastalığında uygulanacak tedavi belirlenirken hastalar üçe ayrılabilir: Belirtilerin net olarak görüldüğü hastalar; kandaki şeker düzeyinin yüksek olmasına karşın klinik belirti görülmeyenler; şekere (glikoz) dayanıklılığı azalmış olan hastalar.


-1-


NEDENLERİ


Şeker hastalığına özgü bütün belirtilerin başlıca nedenini insülin yetmezliği oluşturursa da, insülin yetmezliğine yol açan etkenler henüz tam olarak belirlenememiştir. Hastalık aynı ailede birden fazla bireyde ortaya çıktığından kalıtımın önemli bir rol oynadığı düşünülür.

Hem anne hem babadan şeker hastası olan çocuklarda hastalığın ortaya çıkma olasılığı yaklaşık yüzde 30-40′tır; anne ya da babadan biri şeker hastası, sağlıklı olanın anne babasından biri de şeker hastasıysa bu oran yüzde 20-25′e iner.


Tek yumurta ikizlerinde kırk yaşından önce görülen olguların yalnızca yüzde 50′sinde ikizlerin her ikisinde de hastalık görülür. Hastalık yalnızca kalıtıma bağlı olsa bu oran yüzde 100 olacağından, hastalığın ortaya çıkmasında çevresel etkenlerin de rol oynadığı düşünülür.

Şeker hastalarının genellikle şişman olması ve fazla kilolar verildiğinde hastanın çoğu zaman iyileşmesi, hastalığın ortaya çıkmasında şişmanlığın rolü olduğunu gösterir, insülin gereksiniminin aşırı derecede artmasına bağlı olarak pankreasta bu hormonu üreten hücreler fazla yüklenerek yorulur. Hormon dengesindeki bazı bozukluklar, pankreas dokusunu doğrudan ilgilendiren bozukluklar (pankreas iltihapları, pankreas taşı ve tümörleri) ya da önceden var olan gizli ya da belirgin şeker hastalığım ağırlaştıran hastalıklar da insülin yetmezliğine yol açabilir.


GÖRÜLME SIKLIĞI


Şeker hastalığı (diabetes mellitus) çok sık görülen (Avrupa’da binde 1-4) bir hastalıktır. Orta yaş ve üstündeki, özellikle 40 yaşın üstündeki, kadınlarda belirgin olarak daha fazla rastlanır. Genellikle varlıklı bireylerde görülür. Ölüm oranı yılda 100 binde 10-30′dur.


BELİRTİLERİ


Şeker hastalığının gidişi gerek hastalığın düzeyi (hastalıktan önce görülen hafif belirtilerden, ölümcül komaya kadar değişir) gerek klinik biçim açısından oldukça değişken olabilir.

İlk belirtiler hastalığa özgü olmadığından şeker hastalığının başlangıcını saptamak güçtür, îlk belirti hastanın alışık olmadığı halsizliktir ve görünürde buna yol açabilecek bir bozukluk yoktur. Bunun yanı sıra hekimin şeker hastalığından şüphelenmesine yol açan aşırı susuzluk ve özellikle erişkinlerde daha çok anüs ve vulvada rahatsız edici ve bir türlü geçmeyen kaşıntı görülebilir. Hastalığa özgü belirtiler arasında idrar miktarının artması (poliüri) ve kandaki şeker düzeyi artmasa da, idrarda geçici olarak şeker bulunmasıdır (glikozüri).


Şeker hastalığından önce görülen tablo (prediyabet) her zaman ciddiye alınmalıdır; özellikle ailesinde şeker hastası olanlar düzenli kontroller yaptırmalı ve hastalık başlangıç evresinde yakalanmalıdır. Şeker hastalığının ortaya çıkmasıyla, belirtiler artmaya başlar. Bazen polidipsi (aşırı su içme), poliüri (idrar miktarında artma) ve kalıcı glikozüriden (idrarda şeker) oluşan tipik üçlü belirti ortaya çıkar; buna ek olarak polifaji (aşırı iştah) kimi zaman da halsizlik, uyuşma, karıncalanma, nevralji, görme bozukluğu, mukozalarda kuruma, bulantı, sindirim bozuklukları ve giderek artan zayıflama da görülebilir. Glikozüri ve açlık kan şekerinin yüksek olması şeker hastalığı tanısını doğrular.


ŞEKER HASTALIĞININ YOL AÇTIĞI BOZUKLUKLAR


Deri- Özellikle koltukaltı, kalçalar, dış cinsel organlar ve şişman kadınlarda göğüslerde olmak üzere kaşıntı çok sık görülür; metabolizmanın düzenlenmesiyle hafifler. Şeker hastalarında sık görülen öteki yaygın dermatozlar (kaşıntılı deri hastalıkları) daha zor iyileşir. Bunlardan pişik, egzama, çıban ve piyodenni vücudun açıkta kalan bölgelerinde, ensede, kalçada, kol ve bacakların dış yüzeyinde daha sık görülür. irinleşme olmadan derinin tüm katmanlarında ortaya çıkan mikrobik iltihap (flegmon), şarbon, hatta kangren gelişebilir.


-2-


Özellikle bacakların alt uçlarındaki küçük damarlarda ateroskleroza (damar sertliği) bağlı değişiklikler kangren oluşmasını kolaylaştırır. Derinin derin katmanlarında kolayca yerleşen, mikrobun kana kanşmasına yol açabilen ve yılancığa benzeyen lezyonlar zamanla kötü huy kazanabilir.Şeker hastalığında deride sık görülebilen yaygın ya da sınırlı değişiklikler yağ metabolizmasındaki ve küçük damarlardaki bozukluklarla ilişkilidir. Örneğin şeker hastalığı ksantozunda deri, kolesterol kristallerinin birikmesiyle kanarya sarısı rengini alır. Genel olarak bütün vücutta, özellikle ayak tabanlarında ve avuç içlerinde görülür; ender olarak, yağın dokularda depolanmasına bağlı olarak sarımsı lekelerin ortaya çıktığı lipit depo hastalıklarıyla karışır. Ksantoz bazen şeker hastalığı tedavisiyle gerileyebilir.


Sindirim Sistemi- Stomatit (ağıziçi iltihabı) ve özellikle dişeti iltihabında dil kuru ve paslıdır, bazen çatlaklar oluşur. Üzerindeki çıkıntıların (papilla) büyümesi nedeniyle dil şiş görünümlüdür.Şeker hastalarında diş çürüklerine daha ender rastlanır. Dişeti iltihabında ya da asidozda (kanda asillik düzeyinin yükselmesi) hastanın soluğu kötü kokar. Kontrol altında tutulan ve kandaki şeker düzeyi normal olan şeker hastalarının iştahı genellikle iyidir, asidoza girenlerde iştah azalır ya da kaybolur. Kabızlık sık görülür.


Damar Sistemi- Uzun süren ve özellikle erişkin tipi şeker hastalığında damarlarda kolayca lezyonlar (diyabetik vaskülopati) gelişir. Damar lezyonlan en sık gözdeki ağtabaka (retina), böbrek, çevrel atardamarlar ve kalpteki koroner atardamarlarda görülür.

Damarlardaki lezyonlar ateroskleroza (damar sertliği) bağlıdır, arteriyol (küçük atardamarlar) ve atardamarlarda görülür ve şeker hastası olmayanlarda gözlenen ateroskleroza benzer biçimde gelişip yerleşir. Ayrıca, kılcal damarlarda da görülen değişiklikler ağır komplikasyonlara yol açar.


Kılcal damarlardaki lezyon gözde ağtabakası hastalığına (diyabetik retinopati) yol açar. Gözde nokta halinde kanamalar ve sarı noktanın çevresinde parlak, beyaz bir sıvı birikmesine bağlı lekeler görülür; daha sonra ağtabakadaki büyük damarların yakınında belirgin kanamalar, son olarak da damar sertliğine bağlı değişiklikler görülür.


-3-


Kılcal damar lezyonlan böbreklerdeki bozukluklardan da (Kimmelstiel-Wilson sendromu ya da diyabetik nefropati) sorumludur, ilk belirti, bacaklarda kaval kemiğinin ön yüzündeki yumuşak ödem, bazı olgularda yaygın ödemlerdir. Ödemler, kandaki proteinin (özellikle albümin) azalmasına (hipoproteinemi) bağlıdır.Ödemin yanı sıra hiperlipidemi de (kandaki yağ düzeyinde yükselme) görülür; zamanla böbrek yetmezliği gelişir ve başta üre olmak üzere kandaki azotlu maddeler artar. Bu belirtiler genellikle aniden ortaya çıkar ve ölüme yol açabilir.


Koroner damarlarda ateroskleroza bağlı lezyonlar sıklıkla 40 yaşından sonra görülür. Şeker hastalarında koroner damar tıkanması ve miyokart enfarktüsü gibi komplikasyonlara da rastlanır. Çevrel atardamarlardaki lezyonlar da aterosklerozdan kaynaklanır ve tıkayıcı damar hastalıklarıyla, ağır olgularda kangerene yol açabilir. Kangren genellikle vücudun alt bölümlerinde özellikle ayaklarda, daha ender olarak el parmaklarında, kulakmemesinde ve kulak sayvanında görülür. Alkol, tütün, travmalar ve büyük ısı değişiklikleri gibi nedenler de, kangren oluşumunu kolaylaştınr.


Ayak sırtında, topukta, ayak parmaklarının arasında, deride çürük gibi lekeler ve ağrıların belirmesi, bu bölgelerin uyuşması ve hatta duyu kaybı kangren habercisidir.

Kuru kangren o bölgenin mumyalaşmasına neden olabilir; yaş kangren ise ülserleşmelere yol açarak ikincil enfeksiyonların yerleşmesini kolaylaştınr. Kimi zaman mikrobun kana karışmasıyla oluşan sepsis gelişebilir. Şeker hastalannda sıklıkla 40-60 yaşlar arasında yüksek tansiyon görülürse de, bu durum şeker hastalığının ağırlıyla doğrudan bağlantılı değildir. Ağır tablolarda ve şeker komasında kalp kası zayıflayabilir; buna bağlı olarak nabız hafifler, hızlanır, tansiyon düşer, akut kalp yetmezliği gelişir.


Üreme organları- Erkeklerde erken evrede iktidarsızlık, kadınlarda dismenore (ağrılı adet görme), amenore (adet yokluğu) ve erken menopoz görülebilir. Şeker hastalığını düşündüren belirtiler vulvada kaşıntı ile kamış başının iltihabıdır (balanit).


Sinir Sistemi- Şeker hastalığından kolayca etkilenir. Özellikle genç tipi diyabette şiddetli halsizlik, zihinsel uyuşukluk ile ruhsal çöküntü (depresyon) ortaya çıkar. Hastalığın ömür boyu süreceğinin ve ömür boyu insülin tedavisi ile perhizin gerekli olduğunun bilinmesinden kaynaklanan karamsarlık, etkinliğin ve direncin azalmasına neden olur. Çevrel sinirlerde (özellikle siyatik ve trigeminus sinirlerinde) nevralji ve nevrit (sinir iltihabı) görülür. Bu durumun B ı vitamini eksikliği ile bağlantılı olduğu düşünülür; daha ender olarak hareket ve duyu kusurları görülür. Diz kapağı ve kiriş refleksleri azalır ya da kaybolur; bununla birlikte bacaklarda ağrı, uyuşma ve karıncalanma görülmesi tabes dorsalisi düşündürebilir; kiriş refleksleri özellikle genç tipi şeker hastalığında kaybolur. Diyabetik anjiyonöropatide atardamarlardaki dolaşım bozukluklarıyla bağlantılı olarak çevrel sinir liflerinde yapı bozukluğu görülür.Ayrıca otonom sinir sistemi bozukluğuna bağlı olarak, hastalarda, ayağa kalkınca ani kan basınca düşmesi, idrar torbasında gevşeme ve idrar yapmada zorluk görülebilir. Gene aynı hastaların bağırsak hareketlerinde azalma ve bunun sonucu bağırsak boşluğunda bakteri kolonilerinin aşırı çoğalması ile mayalanmanın yol açtığı ishal gelişebilir.


Duyu organları- En fazla gözde lezyon görülür; katarakt ve kırma (refraksiyon) kusurları kandaki şeker düzeyi yüksek olduğunda ve asidozda ortaya çıkar; bu durumun tedavisi ile ortadan kalkar. Aynca ağtabakada kanama ve ağtabaka iltihabı sonucunda ender de olsa ağır komplikasyonlar ve gözyuvarı arkası nevriti görülür.


1 2 - 4 –


HASTALIĞIN GİDİŞİ VE KLİNİK BİÇİMLERİ



Şeker hastalığının gidişi hastalığın ağırlığı ve süresi açısından çok değişkendir; sinsi başlayan ve zamanında fark edilmeyen hastalığın kesin olarak saptanması güçtür. Tedavide insülinin kullanılması metabolizmadaki bozuklukları belirgin ölçüde iyileştirmiş, asidoz (kanda asillik düzeyinin yükselmesi) tehlikesini azaltmış, böylece yaşam süresini önemli ölçüde uzatmıştır.


Gidişin özellikleri farklı etkenlerle bağlantılıdır; bunların çoğu bilinmemektedir ve yapısal olduğu düşünülmektedir. Bilinen etkenler ya da hastalığın ortaya çıkışma göre çeşitli tipler belirlenmiştir; genç tipi şeker, erişkin tipi şeker, basit şeker, gizli şeker gibi. Bu sınıflandırma yalnız klinikte genç tipi ve erişkin tipi arasıdaki farkın ve şeker hastalığının düzeylerinin belirlenmesi açısından önem taşır.

Genç tipi şeker hastalığı- Ani başlar ve hızla ilerler; halsizlik, polidipsi (aşırı su içme), polifaji (aşırı iştah) ve poliüri (idrar miktarında artma), yüksek düzeyde glikozüri (idrarda şeker), negatif azot dengesi, düşük tansiyon, gitgide zayıflama, cinsel güçte azalma, iş kapasitesinde düşme, ağızda aseton kokuşu ve ketonüri (idrarda keton cisimciklerinin çıkması) görülür; hastada asidoz eğiliminin yanı sıra şeker koması tehlikesi de vardır.Bu belirtiler süreklidir ve hastanın genel durumunun gün geçtikçe kötüleşmesine neden olur; bu gidişi yalnız insülin tedavisi durdurabilir. Tabloya sıklıkla akciğer veremi eklenebilir ve genel durum daha da bozulur.


Bunlara karşın genç tipi şeker hastalığı zaman zaman iyi gidişli de olabilir. Bu olgularda enerji ve kilo kaybı yoktur; hasta uygun perhiz ve başta insülin olmak üzere ilaç tedavisiyle iyileşebilir.


Erişkin tipli şeker hastalığı- Başlangıcı çok sinsidir; tipik belirtiler çok geç ortaya çıkabilir.Poliüri ve polidipsi uzun süre hafif derecede olabilir; genellikle şişmanlarda kilo kaybı fark edilmeyebilir.


Bunun gibi, güç kaybı ve iş direncinde azalma da herhangi bir yakınmaya yol açmayabilir. Yaşlılarda cinsel güç ve libidonun azalması, yaşlılık öncesindeki gene düşkünlüğün ilk belirtilerine benzeyebilir. Bu tabloyla birlikte, ateroskleroz (damar sertliği) ve yüksek tansiyon gibi damar hastalıkları ile ürisemi (kanda ürik asit artışı), gut ve eklem lezyonları gibi metabolizma bozuklukları da görülebilir. Sıklıkla orta yaş ve üstünde görülen bu rahatsızlıklar genellikle şeker hastalığını maskeler. Pek çok hastada şeker hastalığı başka bir amaçla yapılan idrar tahlilinde glikozüri saptandığında ortaya çıkmıştır.


Hastalığın gidişi genellikle ılımlıdır;ketonüri (idrarda keton cisimciklerinin çıkması) hiç görülmez ya da ender olarak çok geç evrede görülür. Kandaki şeker düzeyi genç tipi şeker hastalığına oranla çok yükselebilir. Kilo kaybı çok yavaştır, hastalık zaman zaman duraklar. Erişkin tipte hastalığın gidişi, ender de olsa, bir anda değişebilir; kimi zaman da ilk günden başlayarak asidoz hızla ilerleyerek komaya doğru gider. Sıklıkla başparmakta kangren görülebilir. İki tip şeker hastalığı arasındaki sabit sınırlar yoktur, hastalığın birçok ara biçimi vardır.


Şeker hastalığıyla birlikte görülen hastalıklar ve komplikasyonların çok çeşitli olması karmaşık klinik tabloların ortaya çıkmasına yol açar. Örneğin, şeker hastalığının kendine özgü belirtilerine kalp-damar (yüksek tansiyon), böbrek, karaciğer, mide-bağırsak ya da sinir sistemi hastalıklannın belirtileri eklenebilir. Şeker hastalarında ortaya çıkan enfeksiyon hastalıkları da daha ağır gidişli olduğundan ve asidozun ortaya çıkmasını kolaylaştırdığından tehlikeli durumlar yaratabilir. Şeker hastalığının gidişi, uygulanan tedaviden ve hastanın beslenmesinden büyük ölçüde etkilenir.


 


-5-


İNCELEMELER


Kandaki şeker düzeyinin saptanması şeker hastalığının olup olmadığının belirlenmesi açısından en hızlı ve güvenilir yöntemdir. Poliüri (idrar miktarında artma), polidipsi (aşın su içme), halsizlik ve kilo kaybıyla ortaya çıkan bir klinik tablo karşısında yalnızca kandaki şeker düzeyinin saptanması hekimin tanı koymasını sağlar. Yakınmaların, belirti ve bulguların belirsiz olduğu hatta bulunmadığı olgularda ise, yalnızca kandaki şeker düzeyinin saptanması yeterli değildir ve başka incelemeler gereklidir.

Günümüzde gerek şeker hastalığının tanısı, gerek insülinle ya da kan şekerini düşürücü ilaçlarla tedavi gören şeker hastalarında kan şekeri dengesinin değerlendirilebilmesi için çeşitli incelemeler yapılabilir.


Bu incelemeler iki ana gruba ayrılır:


Statik Testler


• Kan şekeri – Kan şekerinin saptanması için toplardamardan; parmak ucıu ya da kulakmemesindeki kılcal damarlardan kan alınır. Kılcal damardan kan alma daha az miktarda kan kullanılmasını ve daha hızlı bir değerlendirim” sağlar; kılcal damar kanındaki şeker düzeyi, toplardamar kanındakine oranla biraz yüksek (bazal koşullarda yüzde 3-4 mg, şeker yükleme testinde yüzde 30-40 mg), plazmada saptanan kan şekerinden biraz düşüktür. Şeker hastalarında, sağlıklı bireylerden farklı olarak gün boyunca kan şekerinde dalgalanmalar olabilir; en uygun tedaviyi saptamak için kan şeker düzeyinin dikkatle kontrol edilmesi gerekir.


• Glikozüri (idrarda şeker) – Normal olarak böbrekteki kılcal damar yumaklarında (glomerül) süzülen glikoz, borucuklardan hemen tümüyle geri emilir 24 saatlik idrarda 30-40 mg kadar şeker bulunabilir.Kan şekeri yüzde 180 mg’yi aştığında idrarda şeker çıkar; bununla birlikte bu değerin bireyden bireye değişebileceği göz önüne alınmalıdır. Bu nedenle kan şekeri yüzde 180 mg’nin altında olduğunda da idrarda şeker bulunabilir ya da yaşlılarda olduğu gibi, kan şekerinin yüksek olmasına karşın idrarda şeker bulunmayabilir.


• Ketonüri (idrarda keton cisimciklerinin çıkması) – Normal olarak keton cisimleri (asetasetik asit, betahidroksi-bütirik asit ve aseton) idrarda bulunmaz. Yağ yıkımının arttığı durumlarda (uzun süren açlık ya da insülin yetmezliği) idrarda görülür.

Piyasada, kan şekeri, glikozun ve ketonürinin hızla saptanması için, evde kolayca kullanılabilen şeritler satılmaktadır.


• İnsiilinemi (kan insülin düzeyi) -Kimilerine göre, kandaki insülin düzeyinin saptanması, şeker hastalığının tanısı açısından bir önem taşımaz. Genç tipi şeker hastalığında kan insülin düzeyi çok düşük, oysa erişkin tipinde normal hatta yüksektir. Sağlıklı bireylerde de gerek bazal koşullarda, gerek şeker yüklemesinden sonra, insülin düzeyinde şeker hasfalarındaki değişikliklere benzeyen dalgalanmalar saptanmıştır. Glikoz dayanıklılığı azalan kişiler şeker hastalığına daha fazla eğilim gösterir.


• Peptit-C – insülin vücutta proinsülin olarak yapılır; bu molekül daha sonra insülin ve peptit-C’ye ayrılır. Her ikisi de aynı miktarda salınır, yarı ömürleri benzerdir (insülininki biraz daha uzundur); buna karşılık, insülinin büyük bölümü karaciğerde tutulurken, peptit-C idrarla tümüyle atılır. Bu nedenle bu molekülün saptanmasıyla pankreasın beta hücrelerinin salgı gücü kesin olarak değerlendirilebilir. Yalnızca insülin miktarının belirlenmesi kanda insülin karşıtı antikorların bulunduğu durumlarda yanlış değerler vereceğinden, peptit-C’nin de belirlenmesi daha önce insülin tedavisi görenlerde çok önemlidir.


–6-


• Glikozlu hemoglobinler – Glikozlu hemoglobin terimi normal insan hemoglobininin glisit köklerine bağlanan fraksiyonlarım belirtir. Klinik açıdan bu fraksiyonların en önemlisi, sağlıklı bireylerde hemoglobinin yaklaşık yüzde 4′ünü oluşturan ve şeker hastalarında 3-4 kat artabilen HbAic’dır. Glikozlu hemoglobin, kandaki şeker düzeyinin göstergesi olarak kabul edilir; özellikle son araştırmalar bu bileşiğin, testten önceki son 3-4 haftalık kan şekeri düzey ini yansıtabildiğini göstermektedir.


Kandaki glikoz düzeyi ve glikozüriyle (idrarda şeker) birlikte HbAlc düzeyi, şeker hastalarının uzun süreli kontrolünde yararlıdır. Kan şeker düzeyi normale düşürülemeyen şeker hastalarında yüksek glikozlu hemoglobin değeri, kan şekerini düşürücü tedaviden sonra azalmaktadır.


Şeker hastalığının erken tanısında ağızdan yapılan şeker yükleme testiyle birlikte glikozlu hemoglobinin de kullanılması önerilmiştir. Bazı çevrelere göre, bu yöntem yükleme testinin sahte pozitif çıktığı durumlarda (örneğin, hiperürisemi (kanda ürik asit miktarının artması) alkolizm, kurşun zehirlenmesi, aspirin kullananlar ve patolojik hemoglobinlerin varlığında) yararlıdır.


Dinamik Testler


• Ağızdan şeker yükleme – Ağızdan şeker yükleme testi kandaki şeker düzeyi normal olmayan, buna karşılık klinik belirti vermeyen ya da çok az verenlerde şeker hastalığı ya da glikoza dayanıksızlık tanışı koymak için çok kullanılır. Son zamanlarda, kısa zamanda yüksek miktarda şeker alımının normal beslenmeyi yansıtmadığı için, bu testin fizyolojik bir uyarı sağlamadığı ileri sürülmüştür. Ağızdan verilen glikoz bağırsaklarda hızla emilir; kullanılmayan glikoz kandaki şeker düzeyini artırır ve buna bağlı olarak insülin salgısını uyarır.

Testin standart uygulama yöntemine göre erişkinlerde, 250-300 cc suda eritilmiş 75 gr glikoz 5-10 dakikada verilir.Çocuklarda doz vücut ağırlığının her kg’si için l ,75 mg’dir; gebelerde ise 100 mg ile yükleme önerilir.


Ağızdan şeker yükleme, sağlıklı dinlenmiş bireylerde en az 10 saatlik açlık döneminden sonra uygulanmalıdır; bu süre 16 saati geçmemelidir ve kişi birgün önce en az 150 gr karbonhidrat almış olmalıdır. Değerlendirme için glikoz alımından hemen önce, hemen sonra ve ardından iki saat içinde her yarım saatte bir toplardamardan kan alınır. Testten önce ve test sırasında sigara içilmesi ve ilaç alınması sonuçları belirgin ölçüde değiştirebilir; glikoz dayanıklılığı azalır. Kandaki şeker düzeyi 50 yaşından sonra her 10 yılda yaklaşık 10 mg artar.


Testin gebelik sırasında uygulanması önem taşır; şeker hastalarında düşük, ölü doğum, dölütte yapı bozukluğu gibi tehlikelerin sağlıklı kadınlara oranla daha yüksek olduğu bilinmektedir, idranında şeker çıkan ya da eski gebeliği sırasında kendiliğinden düşük yapmış ya da dölütte yapı bozuklukları saptanmış gebelere test yapılmalıdır. Ağızdan şeker yükleme testi sırasında, sağlıklı bireylerde ve şeker hastası olmayan şişmanlarda insülin salgılanması hızla yükselir. Genç tipi şeker hastalığı olanlarda yanıt yoktur; oysa erişkin tipi şeker hastalığında insülin salgılanmasında gecikme olur.


• Toplardamar yoluyla şeker yükleme – Toplardamar yoluyla şeker yüklemeye, öncekine oranla daha ender başvurulur. Ağızdan şeker yükleme testinde bulantı ya da kusma görülebilecek kişilerde, midesi alınmış ya da mide-bağırsak hastalığı olanlarda bu yöntem uygulanır.Şeker damardan verildiğinde mide ve bağırsaklardaki emilimden, mide-bağırsak enzimlerinden ya da vagus siniriyle ilgili etkenlerden etkilenmez.


Hasta ağızdan yükleme teşrinde olduğu gibi hazırlanır. Test, üç dakika içinde, toplardamara enjeksiyonla yüzde 33′lük eriyikten kilo basma 0,5 gr verilmesine dayanır.

Sağlıklı bireyde bunun ardından kan şekeri hemen yükselir, hızla insülin salgılanır. Şeker enjeksiyonundan sonra 3, 10, 20, 30,40, 50 ve 60. dakikalarda damardan kan almarak incelenir.


-7-


• Tolbutamit testi – Tolbutamit ilk keşfedilen sülfanilürelerdendir; pankreasın beta hücrelerindeki insülin salgılanmasını uyarır ve buna bağlı olarak kan şekerinin azalmasını sağlar. Bu test, pankreastaki insülin deposunu değerlendirmek amacıyla kullanılır. Testin uy-gulanması için damar içine yaklaşık 3 dakikada l gr tolbutamit enjekte edilir. Kan şekeri ve insülininin saptanması için 3, 5, 20, 30 ve 60. dakikalarda kan alınır. Normal olarak kan şekeri 20. dakikada, 30. dakikadaki kan şekerinden bağımsız olarak bazal değere oranla yüzde 80 azalır; bazal kan şekerine oranla 20. dakikada yüzde 80′den, 30. dakikada yüzde 77′den fazla olursa şeker hastalığı tanısı konabilir. Sağlıklı bireylerde, kandaki insülin düzeyi 3-5 dakikalar arasında en yüksek değerdedir; daha sonra 20 dakika içinde bazal değerlere kadar düşer.


KOMPLİKASYONLAR


Şeker hastalığının akut komplikasyonlarından en tehlikeli olanlar asidoz (kanda asitlik düzeyinin yükselmesi) ve şeker komasıdır. Şeker hastalığı sırasında sıklıkla ortaya çıkan bir akut komplikasyon da, vücudun mikroplara karşı savunmasındaki zayıflamaya bağlı enfeksiyonlardır. Çıbanlar, apseler, bronkopnömoni (bronş-akciğer iltihabı), sepsis (mikrobun kana karışması) ya da verem görülebilir. Vücudun tepki verme yeteneği azalsa da, enfeksiyon uygun ilaçlarla kontrol altına alınabilir;enfeksiyon sırasında vücuttaki insülinin etkisine direnç oluştuğundan, o zamana değin tedaviyle çok iyi kontrol edilen şeker hastalığının gidişi bozulabilir ve daha farklı bir tedavi gerekebilir.


Kronik kmoplikasyonların başında kan damarlannın ilerleyici bozukluğu (diyabetik anjiyopati) gelir. Daha çok küçük damarlarda, yani arteriyol ve kılcal damarlarda özellikle ağtabaka, böbrek, kalp, beyin ve bacaklarda ayrıca sinirlerde görülür. Şeker hastalığında belirtilerin ciddiyetiyle damar lezyonlan arasında her zaman doğrudan bir ilişki olmadığından, anjiyopati günümüzde de önemli bir sorundur. Şeker hastalığında metabolizmada ortaya çıkan değişiklikler ile şeker anjiyopatisi arasında bir neden ve etki ilişkisi olduğu kesin olarak belirlenmemiştir. Bu iki tablodan birinin ötekinin ortaya çıkmasına neden olabileceği ya da her iki tabloda da kalıtımın rol oynadığı ve bunların tek bir nedenin bir birinden bağımsız sonuçları olduğunu ileri süren görüşler de vardır.


Gözde ağtabakada (retina) ortaya çıkan retinopati bazı olgularda körlüğe varabilen ilerleyici görme bozukluklarına yol açabilen ciddi bir komplikasyondur. Şeker hastalığı retinopatisinin tanınması ve gidişinin belirlenmesi için gözdibi muayenesi çok önemlidir.

Böbrek damarlannın şeker hastalığına bağlı olarak bozulması Kimmelstiel-Wilson sendromu olarak adlandırılır. Özellikle böbrekteki kılcal damar yumakları (glomerül) uzun bir süreç boyunca biçimini kaybederek hiyalin yapısında küçük kitlelere dönüşür; bu kitleler kılcal damarların arasında birikerek, kılcal damarların ve böbreğin süzme işlevini bozar. Kılcal damar yumaklarının (glomerül) geçirgenliği aşırı derecede arttığından bu madde damardan dışarı çıkar. Kimmelstiel-Wilson sendromunun ilk belirtisi idrarda albüminin çıkmasıdır. Hastalık ilerlerse böbrek yetmezliği ve vücutta ödem oluşmasına neden olan nefrotik sendrom ortaya çıkabilir.


Koroner damarlar bozulursa damarların çapı azalır; bu da kalp kasının (miyokart) yeterince beslenmemesine neden olacağından şeker hastalarında miyokart enfarktüsü sık görülür.

Aynı durum beyin damarları için de söz konusudur; bunun sonucunda tromboz (pıhtıyla tıkanma) ve beyin kanamaları görülebilir. Bacaklarda daha sık olmak üzere, kol ve bacakları besleyen damarlarda da aynı süreç geçerlidir. Bu durumda kol ya da bacakların uçlarında beslenme bozukluğu, ardından kangren gelişebilir; sinirleri besleyen damarlar da bozulursa miyelit (omurilik iltihabı), nevrit (sinir iltihabı) ya da beyinde belirli bir bölgeyle sınırlı ya da yaygın bozukluklar oluşabilir. Bu bozuklukların ortaya çıkmasında, doğrudan şeker hastalığındaki metabolizma değişikliklerine bağlı bir sinir dokusu hastalığı da rol oynayabilir.


 


 


-8-


TEDAVİ


Tedavi, hastalığın tipine göre değişir;genç tipi şeker hastalığında başlıca ilaç insülindir. Pankreas insülin yapmadığından vücudun gereksinimi olan insülin dışardan ilaç olarak verilir. Burada önemli bir noktayı aydınlatmak gerekir. Sağlıklı bir insan da pankreastan salgılanan insülin, alınan şeker miktarı ile orantılıdır. Dolayısıyla az ya da çok şeker yemenin herhangi bir tehlikesi yoktur. Oysa şeker hastaları için durum böyle değildir. Şeker hastası her gün belirli miktarda insülin alır; bu da ancak kesin olarak belirli bir miktardaki şekeri metabolize eder. Bu nedenle alınan besin miktarı ile dışardan verilen insülin arasında kesin bir orantı olmalıdır.


Genellikle, şeker hastaları çok yememeli, tatlılardan ve zararlı olabilecek yiyeceklerden uzak durmalıdır. Öte yandan gerekenden daha az yemeleri de sakıncalıdır, insülin alan kişi az miktarda şeker yerse, insülin kandaki şeker düzeyini tehlikeli olacak ölçüde düşürerek hipoglisemi (kan şekerinde düşme) krizlerinin ortaya çıkmasına neden olur;

soğuk terleme, titreme ve bilinç bulanıklığıyla başlayan bu tablo hipoglisemi komasıyla sonlanabilir.


Şeker hastaları sağlıklarını korumak için, insülin almanın yanı sıra beslenmelerine de dikkat etmek zorundadır. Erişkin tipi şeker hastalığı genellikle insülinle tedavi edilmez ya da insülinin yanında başka ilaçlar da kullanılır. Erişkin tipi şeker hastalığının temelinde insülin eksikliği değil, insülinin etki mekanizmasının engellenmesi yatar. Bu tip hastalarda tedavi perhize dayanır. Genellikle yalnızca beslenmeyi düzenleyerek, başka bir tedavi gerekmeden hastalık belirtilerinin ortadan kalkması sağlanabilir. Bu önlem yeterli olmazsa, ağızdan alınan ve kan şekerini düşürücü ilaçlar da kullanılır. Tedavinin genellikle yaşam boyu sürmesi gerektiğinden bu ilaçların ağızdan alınması önemli bir avantajdır, insülin ise bir protein olduğundan, sindirim sırasında yapısı bozulur. Bu nedenle ağızdan alınmamalı, iğne ile verilmelidir.


Kan şekerini düşürücü ilaçlar başlıca iki grupta toplanabilir: tolbutamit, karbutamit, klorpropamit, glibenklamit gibi sülfamitler ve biguanitler. Bu iki grubun etki mekanizmaları farklıdır. Sülfamitler, insülin salgılama gücü olan pankreası daha fazla salgı yapması için uyarır. Etkisi bir dereceye kadar engellenen insülinin miktarı artacağından yararlı bir düzeye ulaşır. Kan şekerini düşüren sülfamitlerle tedavinin ilk yıllarında, ilaçların pankreas üzerindeki uyarılarının pankreas dokusunun tükenmesine yol açacağından korkuluyordu;bilimsel araştırmalar böyle bir sonucun ortaya çıkmadığını gösterdi. Biguanitler ise pankreası değil, doğrudan dokuları etkileyerek şeker kullanımını artırır. Erişkin tipi şeker hastalığında perhizin yanı sıra ilaçların kullanılması ve gerekirse insülin verilmesi her zaman hastada belirtilerin ortadan kalkmasını sağlar.


Dünyada varlığı ve yaygınlığı giderek artan diabet hayatın her devresinde insane topluluğunu etkileyen evrensel bir sağlık sorunudur.Yaşam boyu düzenli beslenme, ilaç tedavisini, düzenli fiziksel aktiviteyi ve dengeyi, psikolojiyi gerektiren bu hastalığın tedavisinde en önemli rolü hastanın kendisinin oynayacağı bir gerçektir.Hiçbir hastalık şeker hastalığında olduğu kadar hastanın tedavi yöntemlerini anlamasını ve işbirliğini gerektirmez.


Dibetes Mellitus yaşam boyu devam eden bir hastalıktır.Gerek hasta gerekse hasta yakınları diabetle yaşamayı öğrenmelidirler.Burada ilaç kullanılması kadar günlük yaşamda ortaya çıkabilecek sorunların çözümlenmesi de önemlidir.


-9-


KAYNAKLAR:


1)Diabet : şeker hastalığı : diabetes


• Dieter Grüneklee


• Elske Mellmann


2)Şeker hastalığı : (Diabetes mellitus)


• Nihat Bostancı


3)D. G. Şeker Hastalığı


• Alexander Gunn


4)Diabetes Mellitus. Tanı,Klinik ve Tedavi.


Hüsrev Hatemi



ŞEKER HASTALIĞI (DİABETES MELLİTUS)

Meme Muayenesi Nasıl Yapılır

Kanser vücudumuzdaki herhangi bir doku hücresinin normalden çok fazla çoğalarak ve diğer organları istila ederek ; bunlardaki düzeni bozar ve tüm vucut dengelerini bozunca ölüme neden olur.


Memenin kanserleri en çok süt kanallarından ( %80-90) , süt bezlerinden ( %10-15 ) ve diger dokularından ( yağ – fibroz bağ doku, lenf sistemi ) ( %1-5 ) çıkan bir kanser türüdür.


Kanser , türüne göre meme içinde yavaşça ve hızlı büyüyebilir. Sonradan aynı taraftaki koltuk altı lenf bezlerine ilerler ve bu bezlerin büyümesine sebep olur. Daha ileri evresinde beyin , karaciğer , akciğer gibi hayati organlara atlar ve ölüme neden olur.


Meme kanseri bayanlarda ölüme en çok neden olan kanserlerdendir. ( Son yıllarda , bayanlarda sigara içiminin artmasıyla birlikte akciğer kanseri birinci olmuştur. )


Toplumda ne sıklıkla meme kanseri görülür ?


USA’ da ki istatistiklere göre ; 2000’de 180.000 bayanlarda meme kanseri görülmüş ve bunlardan 45000’i vefat etmiştir.Ülkemizde ki istatistikler yetersiz olmakla birlikte , meme kanserine bizde her sene kabaca 40.000 bayan yakalanacağı düşünülmektedir.Ancak ekonomik ve kültürel sebeplere bağlı vakaların %80’i geç safhada başvurur iken Amerika’da bu oran %30’dur. Buda bizdeki meme kanserine bağlı ölüm riskini yükseltmektedir.


Meme kanseri için yüksek risk faktörleri nelerdir ?


-bayan olmak


-yaş


-genetik


-gebelik


-menarj


-kötü beslenme


-yüksek stres


Meme kanseri yönünden özellikle dikkat etmesi gerekenler kimlerdir ?


-50 yaşın üzerindeki kadınlar ,


-Aile fertlerinden birinde meme kanseri öyküsü bulunan kadınlar ,


-İlk adet yaşının çok erken olması ,


-Çok ileri yaşlarda adetten kesilen kadınlar ,


-İlk gebeliğini 30 yaş üzerinde yaşayan kadınlar ,


-Uzun süreli östrojen ( sentetik kadınlık hormonu ) tedavisi görenler ,


-Yağdan zengin diyet alımı ve alkol kullanımı .


Meme kanserinin belirtileri nelerdir ?


Çok erken evre ;


Kanser bu döneminde herhangi bir belirti vermez ( ancak mammografi ve ultrasonoğrafide görülebilir ! )


 


 


Erken evre ;


 


Memede ele gelen ağrısız sertlik ,


Meme başı çekinti , meme cildinde daha önceden olmayan çekinti , düzensizlik veya kızarıklık ,


Meme başından kanlı akıntı gelmesi.


İleri evre ;


Koltuk altında ele gelen sertlik ,


Memedeki kitlede ağrı ,


Çevreye yapışıklığa bağlı kitlenin oynamaması ,


Kitle komşuluğundaki ciltte düzensizlik , kızarma .


Çok ileri evre ;


Memedeki kitle ileri derecede büyüme ve bu bölgeden kanama , ileri derecede halsizlik , yorgunluk belirtileri görülür.


Ağrı meme kanserinin erken bulgularından mıdır ?


Meme ağrısı meme kanserinin erken döneminde ender olarak görülen bir bulgudur.


Kadınların kendi kendine meme muayenesi yapmasının önemi nedir ?


-Meme kanseri erken teşhis edildiğinde en kolay tedavi edilen ve iyileşen bir kanser türüdür.


-Her ay kadının kendi kendisine yapması onun meme muayenesi yapması onun meme dokusunu daha iyi tanıması ve herhangi bir değişikliği çok çabuk hissetmesine olanak tanır.


-Kendi kendine meme muayenesi çok kolay bir iş olup küm kadınlar tarafından rahatlıkla yapılabilir.


Kendi kendine meme muayenesi en uygun olarak ne zaman yapılmalıdır. ?


Kendi kendine meme muayenesi için en uygun zaman adetin başlamasından itibaren bir hafta sonrasıdır. Bu tarihte memeler şiş ve gergin değildir.Adet düzenli değilse yada aksıyorsa kendi kendine meme muayenesini her ay aynı gün yapmalıdır.


Kendi kendine meme muayenesine hangi yaşta başlanılmalıdır ?


20 yaşın üzerindeki kadınlar , her ay meme muayenesi yapmalıdır.


20-40 yaş arasındaki kadınlar , meme muayenelerini bu konuda eğitim görmüş sağlık personeline , üç yılda bir yaptırmalıdır.


40 yaşın üzerinde ki kadınlar ise her yıl meme muayenesi yaptırmalıdırlar.


KENDİ KENDİNE MEME MUAYENESİ


Aydınlık bir ortamda aynanın karşısında dik olarak kollar vücudun iki yanına sarkıtılır. Bu pozisyonda memelerin bir ay önceki durumuna göre büyüklük ve biçim açısından aynı olup olmadığı , deri yüzeyinde ve meme başında değişiklik görülüp görülmediği incelenir.Ayrıca bir yerinde kızarıklık , ele gelen bir kitle , özellikle meme başında içe çökme ya da çekilme olup olmadığı araştırılmalıdır.Daha sonra kollar yukarı kaldırılıp memenin biçimi , büyüklüğü ve yüzeyi kontrol edilir.


Ellerimizi başımızın arkasında birleştirip ve başımızı öne doğru iterek kasların gerilmesi sağlanır. Bu sürede aynaya bakarak normal dışı bir durum olup olmadığını inceleriz.


Yatarak yapılan elle muayenede memeyi düzleştirip göğüs kaslarını germek için kol başın üzerine kaldırıldıktan sonra koltuk altı sınırından meme başına ve göğüs kemiğinden meme başına doğru enine bir paralel çizgi izlenir. Meme dokusunda saptanan her değişiklik tümör değildir.Normal olarak meme dokusu küçük yumrulardan oluşur.Bu yumrular adet kanamasından önce belirginleşir yada düzensizleşir.Herhangi bir kuşku durumunda mutlaka hekime başvurulmalıdır.



Meme Muayenesi Nasıl Yapılır