30 Mayıs 2013 Perşembe

İnsan Bağışıklık Noksanlığı Hastalığının Tanımı

İnsan Bağışıklık Noksanlığı ( HIV ) İnfeksiyonu : İnsan hücresinin DNA sına giren bir veya birçok retrovirüsün (HIV, Human İmmunodeficiency Virus) neden olduğu, belirti vermeyen taşıyıcılıktan ağır düşkünlük ve ölümcül hastalıklara kadar değişen geniş bir klinik tablo ile sonlanan bir infeksiyondur.


Edinsel Bağışıklık Noksanlığı Sendromu ( AIDS ) : HIV enfeksiyonuna bağlı bir bağışıklık noksanlığı sendromu olup; fırsatçı enfeksiyonlar, malign hastalıklar, sinirsel işlev bozukluğu ve birçok değişik sendromla kendini belli eder.


BULAŞMA YOLLARI


1- Cinsel ilişki ( anal veya vaginal yol)


2- Kontrolsüz kan ve kan ürünlerinin nakli


3- AİDS’li anneden doğum sırasında bebeğine


4- Enfekte enjektörlerle yapılan enjeksiyonlar


AİDS’in bulaşmasına yol açar.


- El sıkışmakla – Tükürükle


- Sivrisineklerle


- Öksürük ve hapşırmakla


AİDS bulaşmaz.


KORUNMA YOLLARI


Korunma , virüsün cinsel yolla, kan yolu ile ve anneden bebeğe bulaştırma yoluyla geçişini önleme esasına dayanmaktadır.


1- Cinsel Yolla Bulaşmaya Karşı Korunma :


En sık bulaşma yolu cinsel temasla olduğu için bu yolla korunma büyük önem taşımaktadır. Cinsel aktiviteden kaçınmak veya infekte olmayan partnerle tek eşli bir ilişki sürdürerek kesin olarak HIV enfeksiyonunun bulaşması önlenebilmektedir.


Cinsel temas sırasında prezervatif kullanılmasının koruyuculuğu, prezervatifin lateks olması, doğru ve devamlı kullanılması, yırtık veya delik olmaması kaydıyla ispatlanmıştır.


Ayrıca homoseksüel ilişki, cinsel temas sırasında kanamaya yol açan davranışlar, sık cinsel eş değiştirmek, damar içi madde kullanma alışkanlığı olanlar, HIV / AIDS yönünden yüksek riskli davranışı olanlarla cinsel temastan kaçınmak korunma açısından önem taşımaktadır.


2-Kan ve Kan Ürünleri ile Bulaşmaya Karşı Korunma :


1987 yılından beri ülkemizde Kan ve Kan ürünlerinin HIV yönünden taranması yasal zorunluluktur. Damar içi madde kullanımı alışkanlığının önlenmesi, tedavi edilmesi, ortak enjektör kullanımının risklerinin anlatılması HIV bulaşma riskini azaltmaktadır.


3- Anneden Bebeğe Geçişe Karşı Korunma :


HIV pozitif kadınlara doğum kontrol yöntemleri öğretilmelidir. Buna rağmen gebe kalan HIV pozitif kadınlara erken dönemde kürtaj yapılmalıdır. Eğer anne adayı bebeği doğurmakta ısrarlı ise gebeliğin son 3 ayında anneye, doğumdan sonra da bebeğe virüse karşı tedavi başlanır ve hasta yakın takibe alınır. Vaginal doğuma göre sezeryan uygulanması bebeğe HIV geçişini 4 – 5 kat daha azaltmaktadır. Anne sütü ile virüsün geçtiği gösterildiğinden annenin bebeği emzirmemesi önerilmektedir.


HASTALIĞIN BELİRTİLERİ


Klinik belirtiler, sadece AİDS’e özel olmayan genel belirtilerdir ve değişken tipte kendini gösterir. Akut HIV infeksiyonunun tipik belirtileri şunlardır:


- Ateş


- Yaygın lenf bezi büyümesi


- Farenjit


- Döküntüler ( Genellikle yüzde ve gövdede, daha nadiren avuç içlerinde ve ayak tabanlarında 5-10 mm çaplı kabarık, kırmızı tarzda)


- Kas ve eklem ağrıları


- İshal


- Baş ağrısı


- Bulantı ve kusma


- Karaciğer ve dalak büyümesi


- Ağızda pamukçuk


- Kilo kaybı


HASTALIĞIN TANISI


AIDS’in kesin tanısı laboratuar tetkikleri ile konulur. En fazla kullanılan tanı yöntemi; tarama testleri ile kanda antikor tayinidir. Antikor, mikroba karşı vücudun geliştirdiği maddelere denilir ve bunlar mikrop girdikten ortalama 3 ay sonra oluşurlar. Bu süre 6 haftadan 1 yıla kadar değişebilmektedir. Dolayısı ile maruziyetten hemen sonra yapılan testler doğru sonuç vermeyebilir. Bu nedenle riskli davranışta bulunan kişinin durumu en erken 3 ay sonra belli olabilir.


İlk tarama testleri ile pozitif bulunan tüm örnekler mutlaka daha ileri teknik gerektiren doğrulama testi ile incelenir. Çünkü başka nedenlere bağlı olarak hatalı pozitiflik görülebilmektedir. Doğrulama testi ile tekrar pozitif bulunan kişi AIDS mikrobu ile karşılaşmış demektir.


Tarama testleri devlet hastanelerinde, halk sağlığı laboratuarlarında, özel hastane ve laboratuarlarda, Kızılay kan merkezlerinde, üniversite hastanelerinde yapılmakta olan kolay ve ucuz testlerdir.


Test başvurusunda adınızı kodlayarak verebilir, kimliğinizi saklayabilirsiniz. Yasal olarak, kimlik bilgileriniz bilinse bile sağlık kuruluşunda gizli tutulmak zorundadır ve izniniz dışında açıklanamaz.


HASTALIĞIN GİDİŞİ


Virüsün vücuda girişini takiben olguların % 50 –90 unda birincil HIV infeksiyonu görülür. Klinik belirtiler ilk 2-4 hafta içinde ortaya çıkar . Bu dönem virüsün vücutta hızla yayıldığı döneme karşı gelir. Belirtiler 4 hafta veya daha uzun bir süre devam eder. Daha sonra belirtiler gerilemeye başlar. Hastaların birçoğu akut dönemde grip benzeri bir tabloyla doktora başvururlar. Ancak yakınmalar AİDS’e özel olmadığından genellikle bu dönemde tanı konulamaz. Birincil HIV enfeksiyonunun tanısını koyabilmek için hekimlerin son derece şüpheci davranmaları, ayrıntılı öykü almaları gerekir.


Anti-HIV antikorları olguların çoğunda virüsün vücuda girişini takiben ilk 6-12 hafta içinde pozitifleşir. Bu da şüpheli ilişkiden sonra kan tahlili ile bulaşmanın olup olmadığının anlaşılması için yaklaşık olarak bu kadar zaman geçmesi gerektiğini gösterir.


Birincil HIV enfeksiyonu belirtileri ortadan kalktıktan sonra, asemptomatik ( belirtisiz ) döneme geçilir. Bu dönemde kişilerde genellikle bir belirti saptanmaz ve fizik muayene bulguları normal olarak bulunur. Asemptomatik HIV infeksiyonunun süresi 2 yıl kadar kısa veya 15 yıldan daha uzun olabilir. ( Ortalama 7-10 yıl).


Daha sonra erken semptomatik dönem başlar . Bu safhada ateş, açıklanamayan kilo kaybı, tekrarlayan ishal, halsizlik, baş ağrısı gibi belirtiler sık görülür.


Geç Semptomatik Dönemde ise; AİDS ile ilişkili fırsatçı enfeksiyonlar ya da kanserlerin görülme riski artar.


HASTALIĞIN TEDAVİSİ


AIDS tedavisinde iki yaklaşım vardır. Birincisi AIDS mikrobunun kendisine yönelik yaklaşımlar, ikincisi AIDS’e bağlı olarak ortaya çıkan hastalıkların tedavisi.


AIDS mikrobuna karşı bugüne kadar kesin etkili bir yöntem bulunamamıştır. Ancak, son yıllarda kaydedilen gelişmeler umut vermektedir. Hastalığın mümkün olduğunca erken tanımlanması ve sonra birden fazla ilacın bir arada kullanıldığı tedavi şemaları ile hastalık belirtilerinin ortaya çıkışı geciktirilebilmekte ve hastanın yaşam süresi uzatılabilmektedir. Bunlar hatalı kullanıldıklarında zehir etkisi olabilecek ilaçlardır ve yalnız hekim kontrolünde kullanılmalıdır.


İkinci yaklaşım ise, AIDS mikrobunun vücudun bağışıklık sistemini hasara uğratması neticesinde ortaya çıkan verem, mantar ve benzeri diğer hastalıkları bilinen yollarla tedavi etmektir. Kişide gelişen hastalık tablosuna göre, antibiyotikler, antifungal ajanlar, radyoterapi, kemoterapi ve cerrahi tedavi yöntemleri kullanılmaktadır.


Hastanın diğer bir bulaşıcı hastalığı yoksa ve kendi sağlığı gerektirmedikçe, ayrı bölümlerde bulundurulmasına gerek yoktur.


Genel bir kural olarak, hastalığı ne olursa olsun, her hastaya mümkün olduğunca cesaret ve umut vermek gerekir. Buna özellikle ihtiyacı olan AIDS hastaları, doktoruna, yakınlarına ve arkadaşlarına güven duygusunu kaybetmemeli ve olabildiği ölçüde normal yaşantı ve ilişkilerini sürdürmelidirler. AIDS’e yakalananlarda başlangıçta kabullenememe ve isyan duyguları ortaya çıkabilir, bunu yalnızlık, toplum tarafından dışlanma hissi, umutsuzluk ve çaresizlik duyguları izler. Kişi ruhsal olarak çökkünlüğe girebilir. Uykusuzluk, iştah bozukluğu, zayıflama, unutkanlık, çabuk yorulma, halsizlik, umutsuzluk, çaresizlik duyguları ruhsal çöküntü belirtisi olabilir. Bu durum tedavi edilebilir ancak kişi bu duyguları kaderi olarak değerlendirip, yardım istemeyebilir. Oysa, ruhsal destek ve tedaviler, hastanın yaşama daha umutla sarılmasını ve mücadele için kendini daha güçlü hissetmesini sağlayacaktır. AIDS’e yakalananlar çekinmeden psikiyatriste başvurmalı ve duygularını paylaşmalıdırlar. Böylelikle kendisine gerek kendi sağlığını koruması, gerekse başkalarına bulaştırmaması için nasıl davranması gerektiği konusunda da bilgi verilecektir. Gerekiyorsa ailesine de danışmanlık hizmeti sağlanacaktır.


AİDS İLE İLGİLİ GELİŞMELER


1) AİDS’e karşı aşı geliyor.


Yıllardır beklenen ve bir çok insanın yaşamını kurtaracak AIDS aşısı için geri sayım başladı. Bilim adamları, çağımızın vebası olarak nitelendirdikleri AİDS’e karşı yakında aşının hazır olacağını düşünüyorlar.


Amerikan Alerji ve Enfeksiyon Hastalıkları Enstitüsü Müdürlüğündeki uzmanlar, Philadelphia`da yapılan uluslararası AIDS konferansında konuşurken iyimser bir tablo çizdi ve “AIDS aşısının, ABD ve bazı ülkelerde insan üzerinde denenmekte olduğunu” belirttiler. Uzmanlar, çeşitli ülkelerden bin kadar uzmanın katıldığı konferansta, “Etkili ve güvenilir bir aşı geliştirilmesi konusunda çok iyimseriz. Bu sayede hastalığın yayılmasını yavaşlatabiliriz” dediler.


2) AİDS’in sevdiği kıta: Afrika
AIDS virüsünün bulaştığı insanların yaklaşık dörtte üçünün Afrika`da Büyük Sahra`nın güneyindeki ülkelerde yaşadığı belirtildi. Rapora göre, virüs bulaşmış ya da hastalanmış AİDS`lilerin üçte bir kadarının yaşları 15 ile 24 arasında değişiyor ve bunların çoğu virüs taşıdıklarını bilmiyor.


3)Türkiye’de AIDS 1985′te ortaya çıktı
Türkiye`de ilk kez 1985 yılında, 1`i kadın 2 kişi için AIDS/HIV bildirimi yapılırken, geçen sürede en çok bildirimler 158 kişi ile 2000, 143 ile 1997, 119`ar ile de 1996 ve 1999 yıllarında gerçekleşti.


4)AİDS’e 20 yılda 20 milyon kurban.


20 yıl önce teşhis edildiğinden beri dünyada 20 milyondan fazla kişinin AIDS`ten öldüğü bildirildi. Sadece 2001 yılında AIDS`ten üç milyon kişinin öldüğü belirtilen raporda, beş milyondan fazla kişinin enfekte olduğu, böylece dünyada AIDS virüsüyle yaşayanların sayısının 40 milyona ulaştığı vurgulandı.


5) AİDS Türkiye’ye yerleşiyor.


1985 yılından bu yana toplam 391 AIDS hastası, 855 taşıyıcı olmak üzere toplam 1246 AIDS vakası saptandı. Hastalık, erkeklerde kadınlara oranla daha fazla görülürken, hastalığa yakalananların 368`ini kadınlar, 878`ini ise erkekler oluşturuyor.
6) Temizlenmiş spermle AİDS’siz bebek


Japonya’da AIDS virüsü (HIV) taşıyıcısı bir babanın virüsten temizlenen spermi kullanılarak yapay dölleme yöntemiyle hamile kalan kadın bebeğini doğurdu.



İnsan Bağışıklık Noksanlığı Hastalığının Tanımı

Otoimmün Hastalıklar

Otoimmünite, “ self antijenlere “ karşı bir immün cevaptır ve iyi ortaya konmuş bir hastalık nedenidir. Son yıllarda büyüyen bir hastalık listesi otoimmüniteye bağlanmıştır. Otoantikorlar; hasar görmüş, antijenik olarak değişmiş dokulara cevap olarak gelişebilir. Otoantikorlar, özellikle hastalıksız yaşlılarda olmak üzere pek çok insanda sürpriz olacak kadar çok şekilde gösterilebilir. Bu nedenle bir durumun otoimmün hastalık olarak tanımı şunlara dayanmaktadır.



  1. Otoimmün reaksiyon delili,

  2. İmmünolojik bulguların sekonder olmadığı kararı,

  3. Hastalığın tespit edilebilir başka bir nedeni olmaması.


Belirsizliğe rağmen bir çok durum otoimmün hastalık olarak tanımlanmıştır. Bunlar;



  • Spesifik immün reaksiyonların tek belli bir organa veya hücre tipine yönelik olduğu tek organ ( ya da tek hücre) tipi bozukluklardan,

  • Bir çok organda lezyonlarla karakterli, ekseri otoantikorların veya hücresel reaksiyonların ya da her ikisinin çoğunluğuyla karakterli multisistem hastalıklarına kadar değişir.


Otoimmün hastalıklara göz atacak olursak ;




































































TEK ORGAN YA DA HÜCRE TİPİ
SİSTEMİK
MUHTEMEL
MUHTEMEL


  • Hashimato Tiroiditi





  • Sistemik lupus eritematozus





  • Otoimmün hemolitik anemi





  • Romatoid Artritis





  • Otoimmün atrofik gastritis ve pernisiyöz anemi





  • Sjögren sendromu





  • Otoimmün ensefalomyelitis





  • Reiter sendromu





  • Otoimmün orsitis







  • Goodpasture sendromu







  • Otoimmün trombositopeni







  • İnsülin bağımlı DM







  • Myastenia Gravis







  • Graves hastalığı









BELKİ
BELKİ


  • Primer Bilier Siroz





  • İnflamatuar Myopatiler





  • Kronik aktif hepatitis





  • Sistemik Sklerozis





  • Ülseratif Kolitis





  • Poliarteritis Nodoza





  • Membranöz Glomerulonefritis










Otoimmünite, self toleransın kaybı anlamına gelir ve akla gelen soru bunun nedenidir. Kısaca self toleransın genel tabiatı ve kaybı hakkındaki teoriler üzerinde duracağım.


İMMÜN TOLERANS


İmmün tolerans, kişinin spesifik bir antijene karşı immün cevap geliştirememesi durumu olarak tarif edilir. Self tolerans, kişinin kendi doku antijenlerine immün cevap verebilirliğinin bulunmadığını ifade eder. Sağlıklı kişilerde antiself reaktiviteyi üç major mekanizmanın önlediğine inanılır. Bunlar; klonal delesyon, klonal anerji ve periferik süpresyondur. ( Mesela süpressör T hücrelerle ). [ Şekil 6-20 Robins]


Kısaca göz atacak olursak ;


Klonal Delesyon : Klonal delesyon, T ve B lenfositlerin maturasyonu sırasında self reaktif klonlarının kaybı veya delesyonudur. Gerçekten de self antijenler için reseptör taşıyan T lenfositlerin, T hücre maturasyonu olayı sırasında timusta delesyonuna ait yoğun şekiller vardır.


Klonal Anerji : Klonal Anerji, lenfositlerin antijenlerle belli şartlarda karşılaşmasıyla ortaya çıkan, uzamış ve irreversibl fonksiyonel inaktivasyonunu ifade eder. Örneğin, artık iyice ortaya konmuştur ki, antijen spesifik CD4+ hücrelerin aktivasyonu iki sinyal gerektirir. Birincisi; antijen prezente eden hücrelerin (APCs) yüzeyindeki MHC Class II molekülleriyle birlikte peptid antijenin tanınması ve ikincisi APCs tarafından meydana getirilen solubl “ yardımcı stimulatör faktörler “ sinyal setidir. Eğer hücreler tarafından prezente edilen antijen gerekli ek stimülatörleri meydana getiremezse negatif bir sinyal meydana gelir ve hücre anerjik bir hale gelir. Bu tip bir hücre sonra, söz konusu antijen ek stimülatörleri meydana getirebilen kompeten APCs,(örnek makrofaj,dendritik hücre) tarafından takdim edilse bile aktive olamaz. Timusta gelişme sırasında timik APCs, ikinci sinyal oluşturmada başarısız olursa klonal T hücre anerjisi meydana gelebilir. Böylece timus self toleransta kritik bir rol oynar. Klonal anerji B hücrelerini de etkiler ve self antijenlere B hücre toleransı muhtemelen majör mekanizmadır.


T Hücreler tarafından periferik süpresyon


Otoreaktif lenfositleri aktif olarak suprese edebilen hem sellüler hem de humoral bir çok faktör tarif edilmiştir. Ancak en çok ilgi supressör T hücreler üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu hücreler sitotoksik T hücreleri gibi CD8+’ tirler fakat farklı bir subgrubu yaptıklarına inanılır. Deneysel modellerde hem yardımcı T hücreler,hem de B hücrelerinin süpressör T hücrelerle inaktivasyonunu göstermek mümkündür.Özet olarak, yaşam için otoimmünitenin önlenmesi çok hayatidir. Bu nedenle de bizi “koruyucularımızdan” korumak için bir çok mekanizma geliştirilmiştir. T hücrelerle self toleransın major mekanizması otoreaktif klonların delesyonu görülmektedir. Yardımcı T hücreler hem selüler hem de humoral immünite için kritik kontrol elemanları olduğundan, self reaktif T hücrelerin toleransı, otoimmün hastalıkları önlemede ileri derecede önemlidir. T hücre toleransına zıt olarak B hücre toleransı çokca klonal anerji ile idame ettirilir. Klonal anerji veya delesyon bariyerlerinden “kaçamak” yapan lenfositler (hem T hem de B lenfositler) süpressör mekanizmalarla baskılanır.


Self toleransın bir ya da daha fazla mekanizmasının yok olması, dokuları immünolojik saldırıya mağruz bırakır ki bu durum otoimmün hastalıkların gelişimine neden olur. Her ne kadar doku hasarını geliştirmede immünkompetan hücreler kesinlikle rol alıyorsa da, selfe karşı reaksiyonları başlatan başlıca etkileri bilmiyoruz. Fakat genetik faktörler ve infeksiyonların (bakteriyal-viral) önemli olduğu düşünülmektedir.


Şimdi, klinikte en sık gördüğümüz hastalıklardan başlayarak herbirinden kısaca söz edelim.


OTOİMMÜN TİROİDİT (LENFOSİTİK VE HASHİMATO)


Tiroidin immün aracılı inflamatuar hastalıklarının farklı faz ya da bulgularıyla ortaya çıkan hastalıkları lenfositik tiroidit ve hashimato tiroiditi olarak bilinir. Genel olarak otoimmün tiroidit olarak belirtilirler ve tiroid fonksiyonlarını değiştiren fonksiyonel otoantikorların üretimi sözkonusudur. Bazı otörler lenfositik tiroidit ve hashimato tiroiditi terimlerini eş kabul ederler.


Morfoloji


Genellikle otoimmün tiroid hastalıkları ortak payda altındadır ve otoimmün tiroiditte özellikle; glandlarda germinal merkez formasyonuyla birlikte aşırı lenfositik infiltrasyon vardır. Foliküllerdeki görünüm;



  • Graves hastalığında; folliküller diffüz olarak hiperplastiktir.

  • Lenfositik tiroiditte ; göreceli olarak foliküller daha normaldir.

  • Hashimato tiroiditinde ; folliküler hücreler tarafından sınırlanan aşırı onkositik değişiklikler görülür.


Lenfositik Tiroidit


Daha sıklıkla çocuklarda sıklıkla da iğne biyopsisi ile tanı konur. Bu otoimmün / lenfositik tiroiditin “ juvenil formu” olarak refere edilmiştir. Hastalar sıklıkla kısa sürede oluşan asemptomatik guatr ile gelirler. Vakalar, hipertiroidizm ile birlikte sessiz ya da ağrısız tiroidit olarak tanımlanan geçici tiroid hiperaktivitesiyle birliktedir.


Hashimato Tiroiditi


Struma lenfomatoza ya da lenfoadenoid guatr olarak da bilinir. Genelde 40 yaşındaki kadınlarda görülür. Tiroid sert ve diffüz olarak büyür. Hastalık başlangıçta hafif hipertiroidizm gösterirken geç dönemlerde hipotiroidizm meydana gelir. Cerrahide, tiroid glandı diğer yapılardan kolaylıkla ayrılır. Lezyonun sert olan formundan dolayı karsinom ile karışabilir fakat çevre yapılara fiksasyon olmaması Hashimato lehinedir.


Makroskobik olarak; glandın diffüz büyümesi tipiktir. Buna rağmen, bazı vakalarda bir lob diğerinden daha fazla büyüyebilir. Kıvamı serttir fakat Reidel Tiroiditindeki gibi taş sertliğinde değildir. Kesit yüzeyi kolay dağılabilirdir, belli belirsiz ya da farkedilebilir nodüller içerir. Sarımsı gri renktedir ve ziyadesiyle hiperplastik bir lenf nodunu andırır. Kolloid açıkca farkedilemez, nekroz ve kalsifikasyon yoktur.


Mikroskobide


Mikroskobide başlıca iki anormalite vardır. Bunlar ; stromada lenfositik infiltrasyon ve folliküler epitelde


oksifilik değişikliklerdir. Lenfoid doku değişmez bir bulgu olarak belirgin germinal merkezleri olan büyük folliküler şeklindedir ve lobüllerin arasına ve etrafına doğru yayılır. Plazma hücreleri, histiositler ve nadiren intrafolliküler multinükleer dev hücreler olabilir. Tiroid follikülleri küçük ve atrofiktir. Folliküllerin tümü ya da çoğu çeşitli büyüklükte Hurthle hücreleriyle çevrilidir. Hurthle hücrelerinin nukleusları büyümüş ve hiperkromatik görünümde olabilir ya da tersine papiller karsinomdaki görünümü hatırlatır şekilde nukleuslar üstüste binmiş nitelikte olabilir. İHK’sal olarak folliküler hücreler karetin, S100 protein, HLA DR ve N-Asetil-a-D galaktozamin ile reaksiyon verirler. Folliküler hücrelerin metaplazisinden kaynaklandığı düşünülen skuamöz metaplazi alanları yaygın bir bulgu olarak görülebilir. Tipik Hashimato vakalarında konnektif doku azdır ve beraberinde interlobüler septalarda hafif ya da orta derecede kalınlaşma vardır. Hastalığın fibröz varyantında fibrozis çok artar ve tüm vakaların % 12 sidir. Fibrozis yoğun hyalin tiptedir ve tiroid kapsülünün dışına çıkmaz. Fibrozisle birlikte epitel adacıklarında skuamöz metaplazi görülürse karsinom ile karışabilir.


Hashimato tiroiditi makroskobide ve mikroskobide tipik olarak diffüz görünümde olmasına rağmen, epitelial


komponenti hiperplastik tipte olan nodüller de olabilir ve nodüler hiperplazi ile bu kombinasyon Nodüler Hashimato Tiroiditi olarak adlandırılır.


Nadiren,Hashimato ile birlikte diğer ajanlarda da lenfositik infiltrasyon görülür ve bu durum otoimmün orijini


düsündürür.Lenfositik adrenalitis ( ki bu kombinasyon Schmidt Sendromu olarak bilinir) yada lenfositik interstisyel pnomonitis gibi.


Hashimato ‘nun komplikasyonları malign lenfoma, lösemi, papiller karsinom ve Hurthle hücreli neoplazmdır.


GRAVES HASTALIĞI ( Diffüz Toksik Guatr-Basedow hast.-Tirotoxicozis-Exoftalmik Guatr)


GH,tipik olarak genç kadınlarda,kas güçsüzlüğü,kilo kaybı,exoftalmus,irritabilite,taşikardi,guatr ve iştah artışı ile karakterize bir hastalıktır.Geç klinik bulgular; lokalize pretibial mixödem,extremitelerde şişme,parmaklarda çomaklaşma ve ayak parmaklarında periostal yeni kemik formasyonu oluşumudur.


MORFOLOJİ: Gross olarak tiroid glandı simetrik olarak, hafif yada orta derecede diffüz büyüme gösterir.Gland hiperemiktir ve kesit yüzeyi vaskülaritenin derecesine bağlı olarak gri yada kırmızıdır.İlerlemiş vakalarda gland, kolay dağılabilir bir kıvam alır ve donuk sarı renklidir.


MİKROSKOBİDE;folliküller, papiller karsinomla karışmaya sebeb olabilecek,belirgin hiperplastik papiller yapılar gösterirler.Foliküllerin epiteli kolumnardır ve bazal yerleşimli olan normokromatik yada hiperkromatik nükleusları vardır.Stoplazma ise açık renklidir ve bazen mikrovakualizasyon gösterir.Ayrıca stoplazma yağ ve glikojen ihtiva eder.GH’da çeşitli sayılarda oksifilik hücreler bulunabilir ve bu durum hastalığın Hashimato tiroiditine doğru gittiğini gösterir.Kolloid soluk renklidir ve ince vakuollerden oluşur. Bu vakuoller bitişikteki epitele tarak şeklinde uzanırlar.Stromada, germinal merkezleri belirgin lenfoid doku agregatları vardır. Uzun süreli vakalarda hafif fibrozis görülür.Hiperplastik folliküller tiroid glandının dışında görülebilirler ki bazı vakalarda boyundaki iskelet kaslarına girdiği izlenmiştir.


GH’da görülen TSH reseptör otoantikorları; tiroid stimüle eden immünglobin ( TSI ) ve tirotropin bağlayıcı inhibitör immunglobindir (TBII ) Elektron mikroskopta, folliküler bazal membranda immünkomplex depozitlerinin görülmesi tiroid folliküllerine immün saldırının delilidir.


Graves hastalığı olan kişilerde tiroid karsinomu insidansında bir artış olup olmadığı hala tartışmalıdır.Fakat bu durum,palpabl tiroid nodülü olmayan Gravesli hastalarda tedavi seçeneğini etkilemez.


OTOİMMÜN ATROFİK GASTRİT VE PERNİSİYÖZ ANEMİ


Pernisiyöz anemi vit B12 yetmezliğinin en önemli sebebidir ve vit B12’nin malabsorbsiyonuna neden olur,çünkü pernisiyöz anemide İF oluşumu yetmezliği ile birlikte atrofik gastrit vardır.


Kısaca vitB12’nin vücuttaki eliminasyonundan bahsedersek;


Ağızdan gıdalarla alınan vitB12, tükrükteki vitB12 bağlayan proteinlerle bağlanır ( R proteın ) R-VİTB12 komplexi duodenuma gelir, burada pankreatik proteazlarla bu kompleks parçalanır ve vitB12 serbest kalır.VitB12’nin absorbsiyonu için, mide fundus mukozasındaki parietal hücrelerden HCL ile birlikte salınan İF gereklidir.Serbest vitB12 İF ile bağlanır. ( Vitaminin sadece çok az bir miktarı direk İF ile bağlanır ) İF-B12 kompleksi ileuma taşınır ve ileal hücrelerdeki İF-spesifik reseptörlere bağlanır. Böylece VitB12 plazmaya geçerek taşıyıcı protein olan transkobalamin 2 ile taşınır, özellikle hızlı çoğalan hücreler; Kİ, Gİ traktın mukozal yüzeyi … olmak üzere tüm hücrelere ulaşır.


Pernisiyöz anemiye tekrar dönecek olursak, genellikle hayatın 5-8. Dekatları arasında görülür ve gastrik mukozanın otoimmün mekanizmalarla yıkımı sonucu oluşur. Sonuçta parietal hücrelerin belirğin kaybı, lenfosit ve plazma hücrelerinden zengin infiltrat içeren kronik atrofik gastrit gelişir. Yine mukoza hücrelerinde Kİ’de bulunan bulgulara benzer olarak megaloid ve atipik nükleer değişiklikler görülür.


Bir dizi immünolojik reaksiyon, bu morfolojik değişikliklerle birliktedir. Bu hastalarda 3 tip antikor tespit edilmiştir. Birincisi blok antikoru denilen VitB12-İF bağlanmasını engelleyen antikor, ikincisi bağlanma antikoru olup hem İF’e hem de İF-VitB12 kompleksine karşı oluşur.Üçüncüsü ise parietal kanaliküler antikor olarak adlandırılır ve parietal hücrelerde bulunur.


MORFOLOJİ, Belirgin spesifik değişiklikler Kİ,GİS ve SSS’dedir.Nonspesifik olarak generalize doku hipoksisi ve kanda anormal hemoliz olabilir. Kİ ve kandaki değişiklikler benzerdir ve megaloblastik anemi olarak tanımlanır.


GİS’te: dil ve mide etkilenir. Dilde atrofik glossit vardır.


MİDE’de:Tip A kronik gastritis gelişir. En önemli karakteristik değişiklik, fundustaki glandların hem parietal hem de esas hücreleri etkileyen atrofisidir.Parietal hücreler genellikle yoktur. Glandları döşeyen epitelin yerini mukus sekrete eden goblet hücreleri alır ve bu metaplazi intestinalizasyon olarak adlandırılır. Bazı hücrelerde ve nükleuslarında normalin iki katı kadar büyüme olabilir.Bu büyüme erken dönemde megaloblastik değişikliklerin tartışmasını yansıtabilir. Pernisiyoz anemide gastrik kanser gelişme insidansı artmıştır.


SSS’de; SSS lezyonları fulminan pernisiyoz anemili hastaların ¾’de görülür. Başlıca değişiklikler spinal korddadır ve dorsal ve lateral traktusta myelin dejenerasyon mg. ve bu durumu aksonların kaybı takip eder. Gelişen bu olaylar kliniğe, alt ekstremitelerde spastik paraparezi, sensori ataksi ve ciddi parestezi olarak yansır. Daha az sıklıkla, dejeneratif değişiklikler posterior kök ganglionlarında ve periferik sinirlerde mg. Motor ve sensori


yollarının her ikisi de tutulduğunda subakut kombine dejenerasyon ya da kombine sistem hastalığı olarak adlandırılır.


Tüm megaloblastik anemilerde hemolize eğilim olduğu için ve ineffektif eritropoezden dolayı KC,dalak ve Kİ’de hemosiderozis görülür fakat KC ve dalak anlamlı şekilde genellikle büyümez.


SJÖGREN SENDROMU VE MİKULİCZ’S HASTALIĞI


Sjögren sendromu, gözyaşı ve tükrük bezlerinin immünolojik destrüksiyonu sonucu dry eyes (kuru gözler, keratokonjunktivitis sicca ) ve dry mouth ( kuru ağız, xerestomi ) oluşumu ile sonuçlanan klinopatolojik bir antitedir.


İzole bir hastalık olabileceği gibi ( primer form ) sicca sendromu olarak bilinen ve sıklıkla diğer otoimmün hastalıklarla beraber görülebilen formu da olabilir. ( sekonder form ) Birliktelik en çok Romatoid artritledir.Fakat SLE, polimyozit, skleroderma, vaskülitis, mikst konnektif doku hastalığı ya da tiroiditle beraberlik de olabilir. Hastalıktaki en önemli iki antikor, hastaların 90/100’ünde tespit edilen SS-A ( Ro) ve SS-B ( La ) dır. Kutanöz vaskülit ile santral sinir sistemi hastalığı gibi ekstraglandüler tutulumlarda SS-A, daha yüksek titrelerde bulunur.


MAKROSKOBİ: Glandlarda büyüme ve bazı vakalarda da bu glandlarda kistik alanlar izlenir.


MİKROSKOBİ: Glandlarda major iki bulgu lenfoid infiltrasyon ve epimyoepitelyal adalardır. Erken dönemlerde, periduktal ve perivasküler lenfositik infiltrasyon varken ilerleyen dönemlerde germinal merkezleri belirgin, B ve T lenfositlerive dendritik retikulum hücrelerini içeren lenfoid foleküller izlenir. Epimyoepitelyal adalar lenfoid hücreler tarafından hem çevrelenir hem de infiltre edilir. Duktal epitelyal hücrelerde hiperplazi sonucunda duktuslarda obstrüksiyon olabilir. Bu prosesin involüsyonunda epimyoepitelyal adalar, kollabe ve fibrozis olmuş asinileri, modifiye olmuş myoepitelyal hücreleri, bazal epiteloid hücrelerin büyük bir kısmını ve duktal epitel hücrelerinin az bir kısmının oluşturduğu grubu temsil eder. Hücreler arasında hyalin materyal birikir. Daha geç dönemlerde normal dokunun yerini yağlı parankim alır.


Göz yaşının yokluğu, kornea epitelinin kurumasına, inflame, erode, ülsere olmasına neden olur. Kornea


epitelinde metaplazi, goblet hücre sayısında azalma ve stromada polimorfonükleer iltihabi hücre infiltrasyonu görülür. Oral mukozada atrofi, inflamatuar yarıklar ve ülserasyonlar olabilir. Burundaki kuruma ve kabuklanma ülserasyona ve hatta nasal septumun perforasyonuna neden olabilir.


Yaklaşık 25/100 vakada böbrek, akciğer, deri, SSS ve kas gibi ekstraglandüler dokular da tutulur.


Burada Mikulic’s hastalığından bahsetmek istiyorum.MH ( benign lenfoepitelyal lezyon ) Sjögren sendromunun bir klinik belirtisidir. Tükrük ve gözyaşı glandları bilateral ve diffüz olarak genişler ve büyüme yavaş yavaş artarak dikkat çekici bir hal alır.Genellikle bilateral ve simetrik olmasına rağmen bazı vakalarda parotis bezi tutulumu tek taraflı olabilir. MH’da malign lenfoma riski artmıştır. Gelişen lenfomaların çoğu B hücre tipinin büyük hücreli lenfomasıdır ve hücrelerin çoğu immünoblast görünümündedir.


SİSTEMİK LUPUS ERİTEMATOZİS


SLE, otoimmün orjinli multisistem hastalıkların klasik prototipidir ve özellikle ANA ( Antinükleer antikor ) olmak üzere bir takım otoantikorlarla karakterizedir.


Hastalığın başlangıcı sinsi yada akut olup hastalık kroniktir, remisyon ve relapslarla seyreder. Sıklıkla ateşli seyreden hastalık özellikle deride, eklemlerde, böbrekte ve serozal membranlarda hasarla karakterizedir.


Etyoloji ve Patogenez; SLE, genetik, hormonal ve çevresel faktörlerin karşılıklı etkileşimi ile meydana gelen multifaktöryel orjinli kompleks bir hastalıktır. Bu etkileşim T Helper ve B hücrelerinin aktivasyonuna ve sonuçta çeşitli türlerde otoantikorların sekresyonuna neden olur. Bu antikorlardan en önemlileri ANA olup nükleer antijene yöneliktir ve dört sınıfta toplanabilir.


1) DNA’ya karşı antikorlar


2) Histonlara karşı otoantikorlar


3) RNA’ya bağlanan non-histon proteinlere karşı antikorlar


4) Nükleol antijenlerine karşı antikorlar


Yine ENA ( ekstrakte edilebilen nükleer antijenler ) ; non DNA nükleer elemanlara karşı oluşur ve tuz solusyonlarında kolayca ekstrakte edilebilirler. Bu gruba örnekler; SS-A, SS-B ve Ribonükleoprotein ( RNP )’dir.


Çift sarmal DNA’ya ( ds DNA ) ve Smith ( Sm ) denilen antijenlere karşı oluşan antikorlar ( Anti Sm; small nükleer ribonükleoprotein partiküllerinin kor proteinlerine karşı ) SLE için diagnostiktir.


SLE; populasyonda 2500 kişide 1 görülen yaygın bir hastalıktır. Diğer otoimmün hastalıklar gibi SLE’de kadınlarda daha sık ve 20-64 yaş arası kadınlarda 1/700 sıklıkta görülür.kadın/erkek oranı 9/1 dir. Sıklıkla 2-3. dekadda görülmesine rağmen erken çocukluk dönemi de dahil her yaşta görülebilirler.


SLE’de tanı için önerilen 11 kriter vardır;


1) Malar rash


2) Discoid rash


3) Fotosensitivite 11 kriterin 4ya da daha fazlası art arda ya da eş zamanlı varsa anlamlıdır.


4) Oral ülserler


5) Artritis


6) Serozitis


7) Renal hastalık


8) Nörojenik hastalıklar


9) Hematolojik hastalıklar


10) İmmünolojik hastalıklar


11) ANA


 


Morfolojı; SLE’de morfolojık değişiklikler çeşitlidir ve klınık belırtilerin çeşitliliğini yansıtır. Morfolojık değişikliklerın hiçbiri patognomonik değildir. Tanıda klınik, serolojık ve morfolojık birliktelik zorunludur.


Etkilenen dokulara göz atacak olursak;


BÖBREK,


Işık mikroskobu düzeyinde incelendiğinde SLE’li vakaların % 60-70’ınde böbreklerın etkilendiği görülürken, immünfloresan ve elektron mikroskobu ile hemen hemen SLE’li her vakada az da olsa renal anormalliklere rastlanmıştır.


WHO’ya göre lupus nefritinde 5 patern tanımlanmıştır.


CLASS I= Oldukça nadir olan bu durumda ışık, immunflorösan ve elektron mikroskobu ile normal bulgular


CLASS II= Mesangial lupus glomerulonefriti


CLASS III= Fokal proliferatif glnf


CLASS IV= Diffuz proliferatif glnf


CLASS V= Membranöz glnf


Bu bulgular önemlidir fakat hiçbiri lupusa spesifik değildir.


MEZANGİAL GLNF: En hafıf olan tiptir ve hafif hematüri yada geçiçi proteinüri gibi minimal klinik gidiş görülmektedir. Hastaların yaklaşık % 25’inde meydana gelir. İnterkapiller mezangial matrix kadar mezangial hücrelerde de hafiften orta dereceye kadar artış görülür. Çok hafif histolojık değişikliklere rağmen, immünglobulinler ve komplemanın granuler mezangial depozitleri daima vardır.


DİFFÜZ PROLİFERATİF GLNF: Lupustaki renal lezyonların en sık görülen tipidir ve hastaların % 35-40’ında görülür. Anatomik değişikler; endotelial, mezangial ve bazen epitelial hücrelerın proliferasyonu ile meydana gelir. Bazı vakalarda Bowman aralığını kaplayan epitelial kresentler oluşur. Fibrinoid nekroz ve hyalin trombuslerın varlığı aktif hastalığı gösterir. Her iki böbrekte glomerullerin tümü yada çoğunluğu etkilenir. Bu hastalar daima belirgin olarak semptomatiktir ve mikroskobik yada gross hematüri ve proteinüri görülür. Hastaların % 50’den fazlasında bu durum nefrotik sendroma neden olur. Hipertansiyon ve orta dereceden ciddiye kadar değişen renal yetmezlik de yaygındır.


Bu dört tipte de benzer genel patogenetik mekanizmalar vardır ve DNA- anti DNA komplekslerinin depozitleri glomerul içinde birikir. İmmunglobulin ve komplemanın granuler depozitleri düzenli olarak mezengiumda tek başına bulunur ya da bazal membranda ve bazen de massif olarak glomerullerın içine girebilirler.


Elektron mikroskobunda, elektrodens immunkomplekslerin mezangial, intramembranöz, subepitelial ya da subendotelial lokalizasyonları görülebilir. Subendotelial depozitler ( endotel ve bazal membran arasında ) en yaygın olarak dıffüz proliferatif glnf tipinde görülür. Subendotelial depozitler genişler ve kapiller duvarda özel bir kalınlaşma yaparsa ışık mikroskobunda bu lezyon “ wıre loop” olarak adlandırılır.Bu durum sıklıkla aktif hastalığı yansıtır ve genellikle kötü prognozu gösterir.


Lupuslu hastalarda özellikle diffuz proliferatif glnf’i olanlarda sıklıkla interstisyum ve tübüllerde de değişikler vardır. Birkaç hastada tübülointerstisyel lezyonlar dominant anormallik olabilir.


DERİ: Hastaların çoğunda tutulur. Karakteristik eritem yüzü etkiler ve burun kemeri ile yanakları tutar. Yaklaşık olarak hastaların % 50’inde vardır. Fakat benzer bir rash ekstremitelerde ve gövdede de olabilir. Ürtiker, büller, makülopapüler lezyonlar ve ülserasyon da meydana gelebilir. Güneş ışınlarına maruziyet eritemi arttırır ya da alevlendirir. Histolojik olarak eritemli alanlarda; epidermisin bazal tabakasında likefaksiyon dejenerasyonu ile birlikte dermoepidermal bileşkede ödem izlenir. Dermiste değişken ödem ve perivasküler mononükleer hücre infiltrasyonu vardır. Damarların fibrinoid nekroz içeren vasküliti belirgin olabilir. İmmünflorösan mikroskobide dermoepidermal bileşke boyunca uzanan immunglobulin ve kompleman depozitleri gözlenir fakat SLE için diagnostik değildir. Çünkü benzer depozitler bazen skleroderma ya da dermatomyozitli hastaların derilerinde de görülebilirler.


EKLEMLER: Eklem tutulumu sıktır ve tipik lezyon noneroziv synovittir. Deformite önemsizdir ve artrit non erozivdir. Bu özellikler romatoid artritten ayırır. Lupus artritinin akut fazında, synoviumda nötrofil ve fibrin eksudasyonu ile subsynovial dokuda mononükleer hücre infiltrasyonu görülür.


PERİKARDİT ve diğer SEROZAL kavitelerin tutulumu: Serozal membranların infiltrasyonu akut, subakut ya da


kronik olabilir. Akut faz esnasında; mezotelial yüzeyler bazı vakalarda fibrinöz exuda ile kaplanır. Daha geç dönemde kalınlaşmış, opak ve kabarık fibröz doku serozal kavitenin parsiyel ya da total olarak obliterasyonuna sebep olur.


KVS TUTULUMU: Lupus’un bu sistemdeki primer formu perikardittir. Semptomatik ya da asemptomatik olabilir. Myokardit; nonspesifik mononukleer hücre infiltrasyonu şeklinde görülebilir fakat sıklığı azdır. Lupus’ta Libman-Sacks endokarditi olarak adlandırılan nonbakteriyel verrüköz endokardit görülür. 1-3 mm arası vejetatif depozitler, düzensiz, tek ya da multıpl formda kalpteki kapakların her iki yüzünde yerleşirler. Yerleşim, ya kapakçıkların hızlı kan akımına maruz kalan yüzeylerinde ya da alt taraflarında olur.


Bir dizi hastada koroner aterosklerozis nedeniyle koroner arter hastalığının angına ve MI gibi klınik belirtileri artmıştır. Bu belirtiler özellikle çok uzun süreli hastalığı olan ve özellikle kortikosteroid tedavisi uygulanan bu hastalarda bildirilmiştir. Aterosklerozisin hızlanmasının patogenezi açık değildir fakat koroner endotelin antifosfolipid antikorlarla ya da immunkomplekslerle hasarı aterosklerozise predispozan olabilir.


DALAK: Dalak gross olarak orta derecede büyür. Mikroskobık olarak kapsuler kalınlaşma ve follıküler hiperplazi yaygındır.Plazma hücreleri genellikle çok sayıdadır ve florösan mıkroskobıde Ig G ve Ig M türünde immunglobin içerdikleri görülebilir. Ayrıca santral penicillary arterlerde ( dalaktaki küçük arter dallarının tekrar tekrar alt birimlere ayrılması ile oluşan kümecikler) kalınlaşma ve perivasküler fibrozis görülür ki oluşan lezyonlar “ onıon skın “ lezyonlar olarak adlandırılır.


AKCİĞERLER: Hastaların yaklaşık % 50’sini etkileyen plörit ve plevral effuzyon en yaygın pulmoner tutulum şekilleridir. Daha az yaygınlıkta alveoler hasarın delili olarak ödem ve hemoraji meydana gelebilir. Bazı vakalarda kronik interstisyel fibrozis görülür. Bu bulguların hiçbiri lupusa sprsifik değildir.


DİĞER ORGAN VE DOKU TUTULUMU: KC’de portal traktta akut vaskülit ve nonspesifik lenfositik infiltrasyon oluşur. Kemik iliğinde ise LE hücresi denen ( hasarlı bir hücrenin denatüre nükleusunu yutmuş herhangibir fagositik lökosit, nötrofıl veya makrofaj gibi ) hücrelerin görülmesi kuvvetle SLE’yi düşündürür.


LENF NODLARI: Büyüyebilir ve hiperaktif folliküler ve plazma hücreleri izlenir ki bu değişiklik B hücre aktivasyonunu düsündürür.


SİSTEMİK SKLEROZİS ( SKLERODERMA )


Bu hastalıkta en sık etkilenen organ deri olmasına rağmen; GI trakt, böbrekler, kalp, kaslar ve AC’de sıklıkla etkilenir. Bazı vakalarda hastalık yıllarca deride sınırlı kalır fakat ileri dönemlerde renal, kardiak, pulmoner yetmezlik ve intestinal malabsorbsiyon nedeni ile ölüm meydana gelir. Hastaların çoğu adultlerdir fakat çocukluk döneminde de görülebilir. Son yıllarda klınik heterojenite nedeniyle hastalık klasifiye edilmiş ve iki kategoriye ayrılmıştır.


1) DİFFUZ SKLERODERMA


-Başlangıçta yaygın deri tutulumu


-Hızlı progresyon


-Erken dönemde visceral tutulum


2)LOKALİZE SKLERODERMA (morphea)


-Nispeten deri tutulumu ile sınırlıdır ve sıklıkla parmaklar, önkol ve yüz tutulur.Visseral tutulum geç mg.


Bu nedenle klinik gidiş daha iyidir.


Bazı hastalarda “Calcinozis, Raynaud’s Phenomenon, Esophageal dismotilite, Sclerodactyly ve Telenjekta- zi “ birarada bulunabilir ki CREST sendromu olarak adlandırılır.


Sistemik skleroziste aşırı fibrozis ve çeşitli immunolojik anormallikler vardır ve otoimmun cevaba sebeb olan antijenler identifiye edilememesine rağmen, immunolojik cevap ya sitokinlerin fibroblastları aktive etmesi ile ya küçük kan damarlarını hasara uğratmasıyla ya da her ikisi ile birlikte meydana gelmektedir. Bu hastalıkta iki önemli otoantikor ise; çok yüksek düzeyde spesifik olan DNA topoizomeraz I ( antı-scl 70 ) ve daha az sıklıkla görülen antisentromer antikordur. Fakat antisentromer antikor CREST sendromunda da çok önemlidir.


MORFOLOJİ:


DERİ- Hastaların büyük çoğunluğunda deride diffüz ve sklerotik atrofi vardır. En çok tutulan bölgeler: parmaklar, üst ekstremitelerin distal bölgeleri, kollardan omuz, boyun ve yüze uzanan kısımlardır. Erken dönemlerde; etkilenen deri bölgeleri biraz ödemli ve hamur kıvamındadır. Histolojık olarak, akut fazda ödem ve perivaskuler infiltrasyon CD4+ T hücrelerini içerir, beraberinde kollajen liflerde dejenerasyon ve şişme mg. Kapiller ve küçük arterlerin ( çap 50-150 mıkron ) bazal laminasında kalınlaşma, endotel hücre hasarı ve parsiyel oklüzyon görülür. İlerleyen dönemlerde dermiste, ödematöz ( akut ) fazın yerini progresif fibrozis alır. Özellikle papiller dermiste yoğun kollajen bantlar artar ve incelmiş epidermis boyunca uzanırken retelerde kayıp vardır. Dermal eklerde atrofi, sklerozisin ekrin ter bezlerinin etrafını sarma eğilimde olması ve dermal arteriol ile kapillerin duvarında hyalin kalınlaşma belirgin mikroskobik bulgulardır. Ayrıca dermiste değişik çeşitlilikte hafif ve nonspesifik inflamatuar reaksiyon görülebilir.Özellikle CREST sendromlu hastalarda olmak üzere, fokal ve bazen de diffüz subkutanöz kalsifikasyon gelişebilir. İlerleyen evrelerde parmaklar giderek incelir, pençe el görünümü ortaya çıkar ve eklemlerin hareketi sınırlanır. Yüzde de maske yüz görünümü oluşur. Kan akımındaki azalma, kutanöz ülserasyonlarla sonuçlanabilir ve terminal falankslarda atrofik değişiklikler ve bazı vakalarda parmak uçlarında otoamputasyon meydana gelebilir.


SİNDİRİM KANALI-Hastaların yarısından fazlasında etkilenme olur. Barsakların her seviyesinde progresif atrofi vardır ve kas tabakasının yerini kollajen fibriller alır. En ciddi tutulum özofagustadır. Özofagusun üst 2/3’ ünde Kauçuk-hortum ( rubber hose ) sertliği gelişir. Mukozada incelme, ülserasyon ve submukoza ile lamina proprianın aşırı kollojenizasyonu olabilir. İnce barsaklarda villus ve mikrovillus kaybı malabsorbsiyon sendromuna neden olabilir.


KAS İSKELET SİSTEMİ- Hastalığın erken dönemlerinde synoviumdaki inflamasyon, synovial yumuşak dokulardaki hipertrofi ve hiperplazi ile birliktedir. Fibrozis geç dönemlerde mg. Bu değişiklikler Romatoid artriti hatırlatır fakat buradaki eklem destrüksiyonu RA’daki gibi yaygın değildir.


BÖBREKLER- Vakaların 2/3’ ünde renal anormalliklere rastlanır ve anormallıkler damar duvarlarındadır. Renal yetmezliğin AKUT formunda interlobuler arterlerde ( 150-500 mıkron ) intimal kalınlaşma ve mikzoid fibröz doku izlenir. Subendotelial fibrin depozitleri ve intimal hemoraji de görülebilir. Arteriollerde sıklıkla fibrinoid nekroz ve tromboz vardır. Glomerüller, akut iskemik değişikliklerin çeşitli aşamalarını ve nadiren intrakapiller fibrin trombusleri içerirler.KRONIK formda arterlerin lumeni yoğun konsantrik intimal fibroelastozis ile daralır. İlaveten, çeşitli derecelerde glomerulosklerozis ve tübüler atrofi vardır.


Progresif sistemik sklerozisteki renal lezyonlar HUS ve malign HT’daki lezyonlarla benzerdir. AT’da iyi bir anamnez ve labaratuar verileri önemlidir.


AKCİĞERLER- %50’ den fazla hastada tutulum vardır. Diffuz alveoler ve interstisyel fibrozis gözlenebilir. Ayrıca küçük pulmoner damarlarda çeşitli derecelerde fibröz kalınlaşmalar olabilir. Bazı vakalarda, alveollerin duvarlarıkalınlaşırken, bazılarında alveoler sahaların distansiyonu ve septaların rüptürü sonucu kist benzeri kaviteler mg. Bu radyolojık görüntü ile idiopatik pulmoner fibrozise benzer ve AT’da diffüz pulmoner interstisyel hastalıkla r göz önünde bulundurulmalıdır.


KALP- Hastaların 1/3’ ünde effüzyonlu perikardit ve intramyokardial arteriollerin kalınlaşması ile birlikte myokardial fibrozis görülebilir. Buna rağmen klınik myokardial tutulumun yaygınlığı azdır.


ROMATOİD ARTRİT


RA, deri, kan damarları, kalp, AC’ler ve kas gibi bazı organ ve dokuları etkileyen, kronik sistemik inflamatuar bir hastalıktır. Özellikle eklemlerde nonsüpüratif proliferatif synovit yaparak eklem kıkırdağını destrükte eder ve eklemin ankilozuna neden olur.


Populasyonun % 1’ inde görülür. Kadınlarda erkeklerden 3-5 kat fazladır ve 3. ve 4. dekatta pik yapar.


MORFOLOJİ-


 


KAS İSKELET SİSTEMİ: En ciddi bulgular eklemlerdedir. Başlangıçta synovium ödemli, kalınlaşmış ve hiperplastik değişim gösterir, düzgün sınırlıdır ve yapısı hassastır. Synovial stromada, yoğun perivasküler inflamatuar infiltrat içeren lenfoid folliküller, plazma hücreleri ve makrofajlar bulunur. Vaskülarite süperfisial hemosiderin depozitleriyle birlikte artar ve nadiren dev hücreler izlenir.Organize fibrin agregatları synoviumun bir kısmını kaplar ve eklem aralığında yüzer “rice badies” olarak adlandırılır. Nötrofiller synovial sıvıda birikir ve yüzey boyunca kümelenir fakat sıklıkla derinlere synoviositlere kadar penetre olamazlar. Eklem sıvısının volümü artar ve bulanıktır.İnflame ve hiperemik synovium eklem yüzeyine ilerler, pannus formasyonunu oluşturur ve alttaki kartilajda destrüksiyona neden olur.İnflamatuar hücreler tarafından salınan mediatörlerle ve synoviositlerin osteoklastik aktivite göstermesiyle artiküler erozyonlar, subkondral kistler ve osteoporozis oluşur.Zamanla da ankiloz formasyonu gelişir.Tendinoligamentöz tutulum sıklıkla artritle beraberdir.İnflame synovial yapı irreversibl hasara, hatta tendonların ve ligamanların rüptürüne bile sebep olur.


DERİ:En yaygın klinik şekil, hastaların %25’ inde meydana gelen romatoid nodüllerdir.Tutulum, ciddi hastalıkla birliktedir ve tutulan bölgeler önkolun ulnar yüzü, el bilekleri, oksiput ve lumbosakral bölge gibi basınca maruz kalan yerlerdir.Daha az sıklıkla AC’ler, dalak, perikard, myokard, kalp kapakları, aort, ve diger organlarda da bu formasyon oluşabilir.Romatoid nodüller, subcutan dokuda sert, ağrısız, yumuşak yada oval şekillidir.Mikroskopik olarak nodulün santralinde, etrafını belirgin olarak epiteloid histiyositlerin ve çok sayıda lenfosit ve plazma hücrelerinin çevirdiği fibrinoid nekroz izlenir.


KAN DAMARLARI:Ciddi eroziv hastalığı, romatoid nodulleri ve yüksek titrede RF pozitifliği olan hastalar vaskülitik sendrom gelişimi için risk faktörleridir.Sıklıkla küçük arterlerin vasa nervorum ve dijital arterler gibi segmentleri endarteritis obliterans ile obstrükte olur; bu durum medial nekroz, periferal nöropati, ülserler ve gangrenler ile sonlanır.Bu tutulum şekli PAN’ a benzer fakat RA’daki fark böbrek tutlumunun olmamasıdır.Lökositoklastik venülit, purpura, kutanöz ülserler ve tırnak yatağı infarktları oluşturur.


DİĞER ORGANLAR:Nonspesifik inflamasyon, romatoid noduller ve vaskülit özellikle gözler, AC’ ler ve kalpte görülebilir.RA, splenomegali ve nötropeninin kombine görülmesine “ Felty Sendromu “ denilmektedir.


ÜLSERATİF KOLİTİS


ÜK, etyolojisi bilinmeyen, uzun süreli, remisyon ve ekseserbasyonla seyreden bir hastalıktır. Her iki sekste de eşit sıklıkla görülür. 20-30 yaş ve 70-80 yaş arası olmak üzere iki piki vardır fakat çocukluk da dahil her yaşta görülebilir.


Hastalık sıklıkla rektosigmoid alandan başlar, bazı vakalarda rektuma lokalizedir ( ülseratif proctitis ) fakat çoğu örnekte yayılım proksimaledir ve bazen de tüm kolonu tutar (pankolitis).


MAKROSKOBİK GÖRÜNÜM: Hastalığın evresine göre değişir. Akut formda; barsağın mukozal yüzeyi kan ve mukustan dolayı parlak ve ıslaktır sıklıkla peteşiyal hemorajiler izlenir. İrreguler konfigürasyonda çeşitli büyüklüklerde ülserler görülür.Tipik olarak küçük ve multipl olan sesil, kırmızımsı psödopolipler izlenir.


İlerleyen evrelerde barsak fibrotik hal alır, daralır ve kısalır. Skatrisyel stenoz, inflamatuar kitle ile beraberdir. Bu durum klinik ve radyolojik olarak karsinomla karıştırılabilir. Kolektomi sonrası iliostomi ve kolostomiyle kolon defonksiyone hale gelirse; lümende aşırı derecede daralma, duvarın bütün komponentlerinde atrofi ve perikolik yağ dokusunda artış gözlenebilir.Remisyon aşamasında ülserasyon olmayabilir, submukozal yağ birikimi artabilir ve mukoza atrofik olabilir. Birkaç vakada mukoza normal izlenebilir.


MİKROSKOBİ: ÜK primer olarak mukoza ve submukozayı tutar.Akut fazda lamina propriada artmış sayıda inflamatuar hücreler vardır. Glandüler lümende nötrofiller taplanır ve kript absesi olarak adlandırılır.Bunlar, glandların progresif destrüksiyonuna neden olur, stoplazmik mukusta belirgin azalma ve düzensiz yapılanma sonucu atrofik ve rejeneratif değişikliklerin bir kombinasyonu oluşur. Rejeneratif değişiklikler nükleer genişleme ile ve mitotik aktivitede artmayla kendini gösterir. Total müsin azalır. Paneth hücreleri normalde çekumdan sonra görülmezken ÜK’de paneth hücre ekspresyonu olur ama bu durum diğer inflamatuar ve neoplastik hastalıklarda da görülür.


ÜK’de stromadaki inflamatuar infiltrat nötrofilleri, lenfositleri, plazma hücrelerini, az sayıda histiyosit ve mast hücrelerini içerir; epiteloid hücrelerve dev hücreler yoktur. Bu infiltrat, özellikle rektumda çok sayıda lenfoid folekülle birlikte olabilir ve kriptlerin belirgin distansiyonuna neden olur. Kan damarları dilate olabilir ve mukozal kapillerde trombüsler görülebilir. İnflamasyon, muskularis mukozanın yukarısında kalabilir ya da submukozaya uzanabilir. Ülserler nonspesifik granülasyon dokusu içerirler. Psödopolipler, hiperemik ve inflame mukozadan oluşan granülasyon dokusundan ibarettir.Nadiren psödopoliplerde belirgin reaktif stromal hücreler bulunabilir, malignite ile karıştırılmamalıdırlar. Bazı vakalarda mukozal rejenerasyon villus konfigürasyonundagelişir ve ince barsak mukozasını hatırlatır. Hastalığın evresine bağlı olarak submukoza normal, inflame, hiperemik, yağla infiltre ya da fibröz hal almış olabilir. Bazı vakalarda submukozadaki glandlar müskülaris mukozanın içine hernie olabilirler ve sıklıkla hipertrofiktirler. Vakaların % 10’ unda submukozal arterler trombozlu ya da trombozsuz endarteritis obliterans özelliği gösterirler. Müskülaris eksterna genellikle normal ya da hafif hipertrofiktir ve subserozal minör fibrözis görülebilir.


Remisyon fazında; mukoza normal görünümdedir. Müsin içeriğinde hemen hemen totale yakın düzelme


gözlenir. Bununla birlikte irreguler glandlarda anlaşılması güç mikroskobik anormallikler tespit edilebilir. Kriptlerin


tabanı ile muskularis mukoza arasında paneth hücreleri, hiperplastik endokrin hücreler, nötrofillerve lamina


propriada liposit adacıkları gözlenir.


Ülseratif kolitli hastaların eğer rektal biopsileri normalse tanı muhtemel değildir. Buna rağmen özellikle çocuklarda, steroid ve 5-ASA tedavisi alanlarda çok hafif değişiklikler olabilir.


ÜK, gastrointestinal traktın diğer kısımlarına da yayılır. İleum 1/3 vakada, appendix %60-70 vakada etkilenir. Appendix tutulumu mutlaka etkilenen çekumla beraberdir. Anal kanalın sıklıkla glandüler epiteli tutulur ve transizyonel mukozanın bazı vakalarda hiperplastik değişiklikler gösterdiği izlenebilir. Anal lezyonlar vakaların % 10’ unda; orta hatta dorsal fissür, deride ekskoriasyonlar, akut perianal yada iskiorektal apseler yada rektovaginal fistüller şeklinde görülür.


ÜK’li bazı hastalar KC hastalığı ile birliktedir. Karaciğerde yağ infiltrasyonu, apseler, siroz, siklerozen kolanjit, perikolanjit ve nadiren de bilier traktın karsinomları görülür. ÜK’nin diğer uzak belirtileri artrit, üveit, pyoderma gangrenozum, wegener granülomatozisinin sınırlı formlarıdır.


ÜK’nin lokal komplikasyonları : perforasyon, buna bağlı peritonit ve apseler, toksik megakolon, sıklıkla iliak vende olmak üzere venöz tromboz ve gelişme insidansı belirgin olarak yüksek olan karsinomdur.


KRONİK VİRAL HEPATİT


Kronik hepatit; klinik, biyokimyasal ve serolojik delillerin 6 aydan uzun süre ile devamlılığı ya da hepatik hastalığın relapsı durumudur. Kronik hepatit vakalarının çoğundan hepatit virüsleri sorumlu olmasına rağmen Wilson hastalığı , alfa-1 antitripsin eksikliği, kronik alkolizm, bazı ilaçlar ( İNAH, alfa metildopa, metotreksat ) ve otoimmünite gibi faktörler de sorumludur.


Otoimmün hepatit; kronik hepatitin etyolojisi bilinmeyen bir formudur. Klinik ve histolojik özellikleri aslında kronik viral hepatitten ayırt edilemez. Özellikleri :


- 70 % oranında kadınlarda görülür, özellikle genç yaştakilerde ve perimenopozal dönemdekilerde


- Belirgin hipergamaglobulinemi vardır.( Ig G artar ).


- Vakaların 80 %’nde serumda otoantikorlar yüksektir; ANA,SMA ( Anti-smooth muscle antikor),AMA ( antimitakondriyal) ve LKM ( anti liver and kidney mikrozom antikoru) dir.


- Steroide terapotik yanıt vardır.


MORFOLOJİ : Histolojik özellikler kronik aktif hepatitin diğer formları ile ortaktır. Periportal ve lobüler inflamasyonla birlikte lenfoplazmositik portal infiltrasyon vardır. HCV infeksiyonunda da ortak özellikler gözlenir ki bunlar ; safra duktas hasarı, safra duktus kaybı, lobüler inflamasyon ve nekroz, yağlanma ve portal traktta lenfoid agregatlardır. HCV enfeksiyonu ile otoimmün hepatit arasında serolojik ve klinik düzeyde de benzerlikler vardır . Otoantikorlar sıklıkla kronik HCV enfeksiyonunda da bulunurlar ve otoimmün hepatitli hastalar sıklıkla anti-HCV antikoruna sahiptir.


Kronik hepatitte progressif hastalığın histolojik işareti piece-meal nekrozdur ve bu sayede kronik inflamatuar infiltrasyon portal trakttan, bitişikteki parankime yayılır. Beraberinde, limiting plate içindeki hepatositlerde nekroz gözlenir. Akut hepatitle birlikte köprüleşme nekrozu; porto-portal, sentro-sentral ve porto-sentral zonları bağlar. Piece-meal ve köprüleşme nekrozu göstermese bile hastalığın kaçınılmaz progresyonu şöyledir. Hepatositlerin sürekli kaybı sonucu fibröz septum formasyonu oluşur. Beraberinde hepatosit rejenerasyonu vardır ve sonuç sirozdur.


Kronik aktif hepatitin biyopsi raporunda inflamasyonun derecesi ve nekrozun tipi ( piece-meal, bridging, confluent ya da submasive) belirtilmelidir.


PRİMER BİLİER SİROZ


PBC, küçük intrahepatik safra kanallarının destrüksiyonu ile karakterize etyolojisi bilinmeyen yavaş progressif seyirli bir hastalıktır. Genelde orta yaşlı kadınların hastalığıdır (2. yada 3. dekatta ) ve kadın/erkek oranı 6/1’ dir. Başlangıcı sinsidir ve sıklıkla kaşıntı ile prezente olur. Sarılık geç dönemlerde mg.Hepatomegali tipiktir.Geç dönemlerde kolesterol retansiyonunun sonucu olarak ksantomlar ve ksantelazmalar meydana gelir.Hastaların % 95’ inde antimitokondriyal antikorlar ( AMA ) vardır. AMA’ nın 9 farklı tipinden 4’ ü ( anti M2, anti M4, anti M8, anti M9 ) PBC’ da bulunur ve en önemlisi anti M2’ dir.


MORFOLOJİ: Makroskobik olarak; KC başlangıçta normal görünürken, hastalık ilerledikçe safra stazı nedeniyle yeşile boyanır. Kapsül düzdür ve uniform mikronodülariteler ortaya çıkana kadar parlaktır. Başlangıçta KC ağırlığı normalken inflamasyonla birlikte ağırlık da artar, hastalığın son döneminde ağırlık biraz azalır.


Mikroskobi: PBC, küçük safra kanallarının fibrozisine ve siroza neden olan durumların prototipidir.Dört histolojik evre tarif edilmiştir.


I) Duktus lezyonları ( interlobuler safra kanallarının granülomatöz destrüksiyonu )


II) Periportal hepatitle birlikte duktal proliferasyon


III) Skar gelişimi, köprüleşme nekrozu ve septal fibrozis


IV) Siroz


Dört ayrı evre tanımlanmasına rağmen, PBC; KC’ in farklı bölgelerinde farklı şiddette değişken bir hastalıktır. Bu nedenle daha dikkatli incelendiğinde portal trakt hasarının belirgin olduğu ve bunu parankimin progressif hasarının takip ettiği görülür.


PORTAL TRAKT LEZYONU: İnterlobuler ve septal safra kanallarının fokal destrüksiyonu ve granülomatöz lezyonu sözkonusudur. Etkilenen portal traktta, lenfositlerin yoğun olduğu, beraberinde histiositler, plazma hücreleri ve az sayıda eozinofilin bulunduğu lenfoid formasyon izlenir. Duktus epiteli dejenerasyon ve nekroz gösterir. Granülomlar ve lenfoid infiltrat lobuler parankim içinde de bulunabilir. Zamanla limiting plate erode olur.


PROGRESSİF LEZYON: Burada normal, interlobuler safra kanallarına nadir olarak rastlanır ve ekstrahepatik obstruksiyona benzer şekilde sekonder obstruktif değişiklikler mg. Portal trakta bitişik hepatositlerde Mallory Bady’ler olabilir. Başlangıçta portal trakt inflamasyonu belirgindir, parankime doğru ilerler ve bitişik hepatositlerde harabiyete neden olur.( Piecemeal nekrozis ) Zamanla inflamasyon azalır, granülomlar ve duktus lezyonları seyrekleşir. Hepatositlerde kayıp, fibrozis ve nodüler rejenerasyon siroz gelişimine neden olur.


İNSÜLİN BAĞIMLI DİABETES MELLİTUS



DM, glukoz kullanımını bozan ve hiperglisemiyi indükleyen metabolik hastalıkların bir grubudur. Tip I ( insülin bağımlı -IDMM ) ve Tip II (insülin bağımlı olmayan-NIDDM ) olmak üzere iki gruba ayrılır.


PATOGENEZ: Diabetin Tip I formu, beta hücre kitlelerinde azalma ile sonuçlanan ciddi absolut insülin eksikliği ile karakterizedir. Sıklıkla çocuklukta gelişir, klınik bulgularını pubertede verir. Hastalar yaşam boyu insüline bağımlıdır ve insülin eksikliğinde ketoasidoz ve koma gibi akut metabolik komplikasyonlar meydana gelir.


Adacık hücre hasarında genetik ( MHC Class II genleri HLA DQ, DP, DR ) yatkınlık, otoimmünite ve çevresel etkenler ( bir virüs, kimyasallar, toksinler ya da diet içeriği ) suçlanmıştır. Dolaşımda hastaların % 90’ ında adacık hücre antikorları ( ICA ) tanının ilk yılında tespit edilir. Stoplazmik antikorlar büyük çeşitlilik gösterirler ve adacık hücre antijenleri de bulunur ki bunlar 64-kd glutamik asit dekarboksilaz ( GAD ), sialoglikolipid ve insülindir. 64-kd GAD’ nın rolü kesinlikle ilginçtir çünkü GAD antikoru IDDM’ nin iyi bir predüktörüdür.


DİABETİN GEÇ KOMPLİKASYONLARI


Diabetteki geç sistemik komplikasyonlar morbidite ve mortalitenin en önemli sebebidir. Diabetin tipi ne olursa olsun hastaların çoğu 10-15 yıllık diabet hastası iken morfolojik değişiklikler bulunur. Küçük damarların bazal membranlarında ( mikroanjiopati ), arterlerde (aterosklerozis ), böbreklerde ( diabetik nefropati ), retinada (retinopati), sinirlerde (nöropati ) ve diğer dokularda disfonksiyonun klınik delillerivardır.


A) ADACIKLARDAKİ DEĞİŞİKLİKLER : Tıp I DM’ da, Tip II’ ye göre daha fazla olasılıkla adacıklarda değişiklikler olur. Bir ya da daha fazla değişiklik birbirini takip eder:


I) Adacıkların sayısında ve büyüklüklerinde azalma: Tip I diabette ve özellikle hızlı gelişen hastalıkta görülür. Adacıkların çoğu küçük olup göze çarpmazlar ve rutin boyamalarda kolay ayırt edilemezler.


II) Adacıkların sayısında ve büyüklüklerinde artma: Bu durum diabetik annelerden doğan diabetik ya da nondiabetik infantlarda meydana gelir. Muhtemelen maternal hiperglisemiye neden olur ve fetal adacıklarda kompanzatuar hiperplazi meydana gelir.


III) Beta hücre degranülasyonu: İnsülinin sekretuar depolarının azalmasına bağlı olarak hücrede hasar meydana geldiği düşünülmektedir.


IV) Adacıklarda fibrozis


V) Adacıkların yerini amiloidin alması: Özellikle Tip II diabette mg ve amiloid depozitleri polipeptid amilindir. (islet amiloid polipeptid olarak da adlandırılır-IAPP )


VI) Lökositik infiltrasyon: Adacıkların içinde, çevresinde ağır bir lenfositik infiltrat vardır ve insülitis olarak adlandırılır. İnfiltrat hem CD 4 hem de CD 8 + T hc’ni içerir. İnsülitis daha çok genç ve diabet hikayesi kısa olan semptomatik hastalarda görülür.


B) DİABETİK MİKROANJİOPATİ: Deri, iskelet kası, retina, renal glomeruller ve renal medulla kapillerlerinin bazal membranlarında kalınlaşma ile karakterizedir.


Morfoloji: Işık mikroskobide; homojen bazen de çok tabakalı hyalin madde ile bazal membran kalınlaşmış ve genişlemiş olarak görülür ve PAS ile güçlü pozitif boyanır. Burada “hyalin arteriosklerozis” kavramından söz etmek istiyorum. Hyalin arteriosklerozis hipertansiyonla birlikte görülen bir durumdur fakat hem prevalansı hem de ciddiyeti diabetiklerde daha fazladır. Arteriollerin duvarında, lümenin daralmasına neden olan amorf ve hyalin bir kalınlaşma vardır.


C) DİABETİK NEFROPATİ: Böbrekler diabette ciddi olarak hasara uğrayan organlardır ve genellikle renal


mikrovasküler hastalıktan dolayı renal yetmezlik ve juvenillerle adultlerde ölüm meydana gelir.


Görülebilecek lezyonlar 3 farklı patterndedir.


I) Glomeruler tutulum


a- Diffüz glomerulosklerozis


b- Nodüler glomerulosklerozis


c- Exudatif lezyonlar


Sonuçta proteinüri ve KBY gelişir.


II) Arteriolosklerozis: Bening nefrosklerozis olarak adlandırılır ve sıklıkla hipertansiyonla birliktedir.


III) Pyelonefrit ve bazı vakalarda nekrotizan papillit meydana gelir ki bakteriyel üriner trakt enfeksiyonu vardır.


* DİFFÜZ GLOMERULOSKLEROZİS: Diabetik nefropatide en yaygın lezyondur. Kapiller duvarda kalınlaşma


ve mezengial matrikste diffüz artma vardır. Glomerul bazal membran kalınlaşması önemli bir bulgu olup hem diffüz hem de nodüler tipte görülür


* NODÜLER GLOMERULOSKLEROZİS: Bu lezyon, mezengial interkapiller bölgeleri, özellikle de aselüler


alanlarını etkiler. Histokimyasal olarak nodüller, bazal membran ve mezengial matriks benzeri reaksiyon verir. Nodüller eozinofilik ve arjirofiliktir. PAS + reaksiyon ve Masson’s trıkrom ile yeşil, mallory’s boyası ile mavi boyanır. Ultrastrüktürel olarak, mezengial matriksteki artıştan dolayı mezengium massif olarak büyür ve lipid damlaları, değişken elektrodansitede granüller, kalsiyum depozitleri ve kollajen fibriller içerir. Nodüller etrafındaki kapiller ağ, bu ekspansiyondan dolayı daralır, buna karşın anevrizmalar da görülebilir.


Diabetik glomeruloskleroziste amiloidin diffüz ya da nodüler depozitleri görülebilir. Diabetteki en önemli


tübüler değişiklikler ise tübüler bazal membranın diffüz kalınlaşmasıdır. Hastalık ilerledikçe tübüllerde atrofi ve interstisyel skar meydana gelir.


D) DİABETİN OKULER KOMPLİKASYONLARI: Diabet gözde retinopati, katarakt formasyonu ve glokoma neden olur. Retinopati olasılığı yaşla artar.


Morfoloji: Retinopati, nonproliferatif ve proliferatif olmak üzere iki forma ayrılır.


A ) Nonproliferatif retinopati:


Şu komponentleri içerir



  • İntraretinal, periretinal hemorajiler

  • Retinal eksuda


- Ya “soft” mikroinfarkt şeklinde


- Ya da “hard” plazma protein ya da lipid depozitleri şeklindedir



  • Ödem

  • Venöz dilatasyon

  • En önemlisi “ Retinal kapillerde kalınlaşma ( mikroanjiopati ) ve mikroanevrizma formasyonu”

  • Bazal membran değişikliklerine sekonder gelişen retinal kapiller perisitlerin kaybı


B ) Proliferatif retinopati:


Neovaskülarizasyon ve fibrozisle beraberdir. Özellikle makula etkilenirse körlüğe neden olur. Yeni oluşan kapillerlerin rüptürüne bağlı vitröz hemorajiler görülür. Hastaların yaklaşık yarısında retinal mikroanevrizma ve nodüler glomerulosklerozisle birliktelik vardır.


İDİOPATİK TROMBOSİTOPENİK PURPURA ( İTP )


Bu kronik otoimmün hastalıkta, dolaşımdaki trombositler, antitrombosit antikorlar tarafından tahrip edilir.


Trombositlerin immün aracılı yıkımı bazı farklı durumlarda da meydana gelebilir. Bu durumlar; SLE, AIDS, viral enfeksiyonu takiben ve bir ilaç tedavisinin komplikasyonudur. Bu sekonder formlar bazen idiopatik otoimmün tipi taklit edebilirler ve bu nedenle ITP tanısı diğer trombositopeni yapan nedenler ekarte edildikten sonra konulabilir. ITP genellikle çocuk doğurma yaşındaki kadınlarda görülür.


MORFOLOJİ: Başlıca lezyonlar dalak ve Kİ’dedir.


DALAK: Makraskobik olarak dalak normal büyüklüktedir. Mikroskobide; sinüzoidlerde konjesyon ve


hiperaktivite, splenik foliküllerde genişleme ve germinal merkezlerin belirginliği izlenir. Bazı vakalarda, megakaryositler sinüslerin duvarlarında ve içinde yer alırlar.Bu bulgular ITP’ ye spesifik değildir.


KEMİK İLİĞİ: Kİ değişiklikleri de hastalığa spesifik değildir. Kİ çoğunlukla normaldir. Kİ’nin etkilendiği


vakalarda megakaryositlerin sayısı genellikle artar. Bazıları immatür büyüklükte, nonlobule, tek nukleusludur.Bu bulgular artmış trombopoezin göstergesidir çünkü periferde yıkım vardır. Kİ yetmezliğine bağlı trombositopenilerde ise Kİ’ de megakaryositlerin sayısı azalır ve tanıda ITP’den uzaklaştırır.


ITP’de deri, kavitelerin serozal yüzeyleri, epikart, endokart, AC’ler ve üriner trakt mukozasında peteşiler ve


ekimozlar görülür. Hemorajiler, beyin, eklem aralıkları, nazofarinks ve GİS’te de olma eğilimindedir.


OTOİMMUN ( GRANÜLOMATÖZ ) ORŞİT


Granülomatöz orşit, orta yaşlı erkekler arasında tüberküloza bağlı olmayan tek taraflı testiküler şişliklerin nadir bir sebebidir. Şişlik ağrısızdır ve bazen başlangıçta ateşle birliktedir. Histolojik olarak hem spermatik tübüllerde hem de intertübüler konnektif doku içinde granülomlar vardır. Lezyon tüberküllere benzer fakat biraz farklıdır. Fibroblastlar ve lenfositlerin kenarlarında yer aldığı lezyon içinde plazma hücreleri ve arada az sayıda nötrofiller yer alır. Otoimmün temelden şüphe edilmesine rağmen, lezyonların sebebi bilinmemektedir.


İNFLAMATUAR MYOPATİLER


Bu grubu dermatomyozit, polimiyozit ve inklüzyon body myoziti girmektedir. Bu hastalıklar tek başlarına ya da özellikle sistemik sklerozis olmak üzere diğer otoimmün hastalıklarla beraber görülürler.


DERMATOMYOZİT : Dermatomyozitli hastalarda deri ve iskelet kası tutulumu vardır. Hastalığın başlangıcı çocukluk çağı ya da erişkin dönemidir ve diğerlerinden farklı olarak deri rashı ile karakterizedir. Rash, ya kas hastalığı ile birlikte ya da ondan önce başlar. Klasik Rash, leylak ya da açık mor renkli olup üst göz kapaklarında yerleşir ve periorbital ödem eşlik eder. Sıklıkla beraberinde ; parmak eklemleri, dirsek ve el bileklerinde kabuklu eritematöz erüpsiyonlar ya da koyu kırmızı yama tarzında lezyonlar görülür ( Grotton’s lesions). Kas zayıflığı tipik olarak proksimal kasları etkiler, yavaş başlangıç gösterir. Bilateral ve simetriktir. Bazen özellikle çocuklarda, gastrointestinal traktta ülserasyon ve yumuşak doku kalsifikasyonları gibi eksramüsküler bulgular olabilir. Dermatomyozitli kadın hastalarda normal populasyona göre visseral organlarda özellikle AC, overler ve midede hafif yüksek kanser gelişim riski vardır.


MORFOLOJİ : Perimysial konnektif doku içinde ve küçük kan damarları çevresinde inflamatuar infiltrat izlenir. Perifasiküler atrofi inflamasyonun olmadığı ya da hafif olduğu durumlarda bile tanı için yeterlidir. İlaveten kas fibrillerinde nekroz, fragmantasyon ve birkaç sarkolemmal nükleer proliferasyon izlenir. Vasküler endotelial hasar ve fibrozisin sonucu olarak intramüsküler kapillerde dramatik azalma ve geç dönemde yağ infiltrasyonu ile fasiküler atrofi belirgin hale gelir.


POLİMİYOZİT : Burada da dermatomyozitteki gibi kas tutulumu vardır. Fakat buradaki fark deri tutulumunun olmaması ve sıklıkla adültlerde meydana gelmesidir.


Mikroskobik olarak ; myofibriller CD8 T hücreleri tarafından direk hasarlanırlar ve inflamatuar hücreler endomisyumdadır. Lenfoid hücreler sağlıklı kas fibrillerinin etrafında ya da fibrilleri istila etme eğilimindedir. Hem nekrotik hem de rejeneratif fibriller vardır. Vasküler hasar lehine bir bulgu yoktur.


POLİARTERİTİS NODOZA ( PAN )


PAN, damar duvarlarının nekrotizon inflamasyonu ile karakterize bir hastalıktır. İki formu tanımlanmıştır :


1) Klasik form : Kussmaul Maier Disease olarak da bilinir.


2) Mikroskobik form : Hipersensitivite anjiitis olarak da bilinir.


Bu iki form ayrı ayrı tanımlanmıştır fakat klinik ve patolojik olarak beraberlik olabilir.


Klasik ya da makroskobik form primer olarak müsküler arterleri etkiler ve sıklıkla arterlerin dallanma noktalarındadır. Akut ve iyileşmiş formlar gibi gelişimin çeşitli derecelerindeki lezyonları ve anevrizma formasyonunu oluşturur. Sıklıkla böbrekler ve gastrointestinal traktın organları etkilenir. AC’ler genellikle etkilenmez. Diğer otoimmün hastalıklardan farklı olarak erkekler kadınlardan 2 kat daha fazla etkilenir ve 6. dekadda pik yapar. 1/3 hastada HBV ile birliktelik vardır. 30% hastada P-ANCA / MPO ANCA antikorları hastaların serumlarında tespit edilir. Renal tutulum % 80-90 vakada vardır ve bel ağrısı ve hematüri ile kendini gösterir. Hipertansiyon yaygın bir klinik bulgudur ve ciddi ya da öldürücü olabilir. Progressif renal yetmezlik genellikle geç bulgulardandır. Renal lezyonlarda mikroskobide ; renal, interlobüler ve arkuat arterler gibi orta büyüklükteki arterleri içeren nekrotizon arterit görülür. Lezyonlar oldukça fokal, daha çok bifurkasyon bölgelerinde olup zayıf damar duvarları anevrizmal dilatasyon oluştururlar. Inflamatuar proçes damar duvarının bir kısmını ya da tamamını tutar ve lökositik infiltrasyon beraberinde fibrinoid nekroz ve fokal intralüminal trombozla karakterizedir. Lezyonlar fokal olduğu için iğne biyopsi materyalleri her zaman vaskulitin delili olamaz. İskemiye sekonder gelişen skar olanları tek lezyon olabileceği gibi, damarlardaki iyileşen lezyonlarla da birlikte olabilirler. Skar olanları medial fibrozis ve elastik laminanın parçalanmasıyla karakterizedir.


İskemiyle birlikte glomerullerde de değişiklikler meydana gelir. Glomerul küreciklerinin sklerozisi ve çeşitli derecelerde kollaps izlenirken jukstaglomeruler apparatus sıklıkla hiperplastiktir.


Mikroskobik form, sıklıkla AC’leri tutar ve astmatik semptomlarla kendini gösterir ve eozinofili ile birliktedir. Cilt tutulumu yaygındır palpabl purpura ile karakterizedir. Mikroskobide ; AC’ler ve dermisteki küçük arterler, venler ve kapillerde nekrotizan inflamasyon ile karakterizedir ve oluşan lezyonlar eş yaştadır. Böbrekte daha küçük arterler, arterioller ve glomeruller etkilenir. Glomeruler tutulum; fokal ve segmental nekrotizan glomerulonefritten, ciddi diffüz kresentrik glomerulonefrite kadar değişir. Glomeruler sklerozis olanlarında fokal ve segmental olarak iyileşmiş ve iyileşmekte olan lezyonlar görülür. Eozinofilleri içeren bir tübülointerstisyel infiltrat da sıklıkla vardır.



Otoimmün Hastalıklar

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Osteoporoz (Kemik Erimesi) Nedir

Menopoz insan hayatında önemli değişkliklerin meydana gelmesine neden olur. Hem ruhsal hem de fiziksel bu değişiklikler temel olarak vücutta yumurtalıklardan salgılanan östrojenin azalması nedeniyle ortaya çıkar. Menopozla birlikte özellikle aşağıda anlatılacak olan risk faktörleri olanlarda kemik dokusu da kısa zamanda kalitesinden ödün vermeye başlayabilir. Menopozda olan kadınlar yaşamlarının geri kalan kısımlarında osteoporoza bağlı %50′lik bir kemik kırığı riski ile karşı karşıyadırlar.


Osteoporoz insan ömrünün giderek uzamasıyla birlikte ülkemizde de önemli bir sorun haline gelmiştir.


Osteoporoz nedir?


Osteoporoz, ya da daha çok bilinen adıyla “kemik erimesi”, kemiğin mineral içeriğinin azalması nedeniyle dayanıklığının azalması, yani kalitesinin düşmesidir. Vücutta kortikal kemik ve trabeküler kemik olmak üzere iki ayrı kemik türü vardır. Kortikal kemik tüm vücut kemiklerinin %80′ini oluştururken, trabeküler kemik, bir arıpeteği yapısında olan ve yüzey alanı daha geniş bir kemik türüdür. Trabeküler kemik omurgalarda ve uzun kemiklerin uç kısımlarında yeralır ve osteoporoza bağlı kırıklara en hassas bölgeler de buralarıdır. Kemikler sürekli olarak yapım-yıkım olaylarının ardarda devam etmesiyle yenilenen canlı dokulardır. Trabeküler kemiğin yapım-yıkım hızının kortikal kemiğe göre 4-8 kat daha hızlı olması bu kemikleri kırıklara daha hassas hale getirmektedir.


Kadınlarda 40 yaşına kadar yapım-yıkım olayı dengeli bir şekilde devam ederken, bu yaştan itibaren yıllık %0.5′lik bir oranda geri dönüşümsüz bir kemik kaybı olur. Bu, özellikle menopozdan itibaren daha da hızlanır ve menopozda olan bir kadın her yıl trabeküler kemiklerinin %5′ini ve tüm vücut kemik dokusunun %1-1.5′luk bir kısmını kaybeder. Bu kayıpılar 10-15 yıllık hızlı bir dönemden sonra oldukça azalır. İşte bu aşamaya kadar kaybedilen kemik dokusu miktarı kadının ileride kemik kırığıyla karşılaşıp karşılaşmayacağını belirleyen en önemli etkenlerden biridir. Zira bu süre içerisinde trabeküler kemiğin %50′si kortikal kemiğin ise %30′u kadar bir miktarı kaybedilmiş olabilir.


Osteoporoz hangi kemikleri etkiler?


Osteoporoz en sık vücudun yükünü taşıyan ve trabeküler yapıda olan omurları etkiler. Tüm osteoporoz olgularının %47′si omurlarda, %20′si kalçada (uyluk kemiğinin baş kısmında), %13′ü bileklerde ve %20′si diğer kemiklerde görülür.


Bunun sonucunda özellikle ileri yaşlarda omurlardaki çökme kırıklarına bağlı olarak boyda kısalma olabileceği gibi (bir kadının ileri yaşlarda boyu 15-20 cm’ye kadar kısalabilir!), hafif düşmeler sonucunda ya da kendiliğinden, başta kalçada olmak üzere diğer kemiklerde hayatı tehdid eden kırıklar meydana gelebilir.


Osteoporoz kimlerde daha sık görülür?


Osteoporoz riski yaşla birlikte artar ve özellikle kadınlarda erkeklere göre daha sık görülür. İnce kemik yapısı olanlarda, ailesinde ve özellikle ailesindeki kadınlardan birinde kemik kırığı öyküsü ya da boyunda kısalma öyküsü bulunan kadınlarda, 45 yaşından önce kendiliğinden ya da ameliyatla yumurtalıkların alınması neticesinde menopoza giren kadınlarda, uzun süreli adet görememe şeklinde adet düzensizliği olan kadınlarda, gıdalarının kalsiyum içeriği az olan kadınlarda (en önemli kalsiyum kaynakları süt ve süt ürünleridir), yaşamlarında egzersize yer vermeyen, sigara içen, aşırı alkol kullanan kadınlarda, kortizon ve diğer bazı ilaçları kullanmak zorunda olanlarda ve başta hipertiroidi (tiroid hormonlarının yüksek olması) olmak üzere çeşitli hormonal hastalıklarda osteoporoz riski artmıştır.


70 yaşın üzerinde olan kadınların %21′inde hiçbir belirti olmasa da radyolojik olarak kırık yönünde değişiklikler gözlenir. Kalça kemiği kırıklarının riski menopozdan 10-15 yıl sonra artmaya başlar ve 90 yaşında bir kadının kalça kemiği geçirmiş olma olasılığı %20′dir. Bu kalça kırıklarının yaklaşık %15′i ilk üç ayda ölümle sonuçlanacak kadar ağırdır. Özellikle kalça kırıkları %50 kadında sakatlıkla sonuçlanır.


Osteoporoz tanısı nasıl konur?


Klasik radyolojik yöntemlerle (düz röntgen filmleriyle) osteoporoz tanısı koymak hatalıdır. Bunun yerine DEXA adı verilen özel yöntemle ve kemik tomografisi yöntemiyle vücudun en hassas kemikleri olan uyluk başı bölgesi, omurlar ve kol kemiklerinin incelemesi yapılır ve hassas bir şekilde tanı konabilir. Raporda “normal”, “osteopeni” (osteoporoz başlangıcı), “osteoporoz” ve “ileri derecede osteoporoz” olmak üzere farklı ifadeler kullanılabilir.


Hiç bir şikayeti olmayan kadınlarda bile menopoza girdiklerinde bir kez ve daha sonra beşer yıllık aralıklarla kemik ölçümü önerilmektedir.


Osteoporoz nasıl tedavi edilir?


Başlamış bir osteoporoz süreci sonucu kaybedilen kemiği yerine geri getirmek zordur. Ancak süreç bazı tedavilerle büyük oranda durdurulabilir. Bunun sonucunda ileri derecede osteoporoz olguları hariç, kırık oluşma riski de önemli derecede azalmış olur.


Östrojen tedavisinin süreci yavaşlattığı artık kesinlikle kanıtlanmıştır. Östrojen tedavisi alanlarda kol ve kalça kırıklarında %50-60 oranında azalma, beraberinde kalsiyum alımı da sağlandığında (kalsiyumdan zengin gıdalar alınması ve gerekli durumlarda ilaç şeklinde kalsiyum tedavisi) omurga kemiği kırıklarında %80′lik bir azalma beklenebilir. Bu, özellikle en az 5 yıllık bir tedavi sonrası etkili olur.


Östrojen tedavisinin etkili olabilmesi için tedavi devam etmelidir. Tedavi bırakıldığında osteoporoz süreci tedaviden önceki eski hızıyla devam eder. Progesteron tedavisi de kalsiyum metabolizması üzerindeki olumlu etkileriyle osteoporozun önlenmesine katkıda bulunur.


Kalsiyum emilimi yaşla birlikte azalır ve özellikle menopoz sonrası azalma daha belirgin olur. Kalsiyum dengesinin sağlanması osteoporoz engellenmesinde en önemli basamaklardan biridir. Ancak östrojenin az olduğu durumlarda kalsiyum ne kadar alınırsa alınsın etkili olmayabilir. Bu yüzden östrojen tedavisine ek olarak vücuda gıdalarla ya da ilaç verilmesi yoluyla günlük 1000 gram kalsiyum girişinin sağlanması önemlidir.


Östrojen tedavisinin sakıncalı olduğu durumlarda ise kalsitonin adlı ilaçtan faydalanılır.


İlaç tedavisi dışında osteoporozun önlenmesi ya da ilerlemesinin durdurulması için yaşam tarzında da bazı değişiklikler yapılmalıdır. Günde en az 30 dakika olmak üzere, haftada 3 kez vücudu zorlamayan sporlar yapılması menopoz döneminde kemiğin mineral miktarını önemli ölçüde iyileştirir. Sigara ve alkol bırakılmalıdır. Dengeli bir diyetle yeterli kalsiyum alınması için gerekli değişiklikler yapılmalıdır.


(Bundan sonrası farklı bir siteden alındı) (tolga  tan)


kimlerde risk vardır?


1-Kadınların;


2-50 yaşın üstünde olanların;


3-Menopoza girmiş olanlar;


4-Erken menopoza girenler;


5-Cerrahi menopoza girenler;


6-Düşük kalsiyum içeren yiyeceklerle beslenenler;


7-Erkeklerde erkek cinsiyet hormonu olan testosterondaki azalma;


8-Fiziksel aktivitenin, hareketliliğin ve egzersizin az olması;


9-Ailede osteoporozlu kimselerin bulunması;


10-Kısa boylu, ince yapılı kişiler iri yapılı, kilolu kişilere göre daha fazla osteoporoz riski taşımaktadırlar;


11-Beyaz tenli, açık renk gözlü olanlar;


12-Sigara içenler, alkollü, kolalı ve kafeinli içecekleri çok fazla tüketenler;


13-Kortikosteroidler, antikonvülzanlar, antikoagülanlar, tiroid ilaçları gibi bazı ilaçları uzun süreden beri yüksek dozda kullananlar;


14-Şeker hastalığı, tiroid bezinin fazla çalışması, mide barsak operasyonu geçirmiş olanlar; hareketsizlik, felçler ve diğer bazı endokrin hastalıkları gibi bazı hastalıkların olması.


 


OSTEOPOROZUN BELİRTİLERİ


-Bel ve sırt ağrısı. ağrı çoğu kez hareketle yük kaldırmakla başlar, ıstırahatla geçer.


-Boyda kısalma,omugada kırık.


-Sırtta kamburlaşma, omuzlarda yuvarlaklaşma.


-El bileğinde kırık.


-Kaburga kırıkları.


-Kalça kemiğinde kırık.    


        TEDAVİ


             Osteoporoz tedavisinde amaç, kemik kaybını önlemek, kemik kütlesini artırmak ve kırık oluşmasını önlemektir.


             Gelişme çağında kalsiyum, yeterli protein, karbonhidrat yağ gibi gıdaların dengeli bir şekilde alınması gerekir.


             Menopoz döneminde östrojen verilmesi, osteoporozun önlenmesinde tek başına en etkili tedavidir.


             Yaşam tarzında değişiklikler yaparak düşmeyi azaltacak önlemler alınmalı.


           Önerilen egzersiz proğramlarını uygulamaya çalışmalı.


           Kalsiyum ağırlıklı düzenli beslenilmelidir.


           İlaçları düzenli kullanılmalı ve düzenli doktor kontrolüne gidilmelidir.


 


(Bundan sonrası farklı bir siteden alındı) (tolga  tan







Osteoporoz

Osteoporoz kemik yoğunluğunun azalmasıyla birlikte seyreden, kemik eğriliğine ve kırıklara yol açabilen bir hastalıktır. Son yıllarda özellikle önemli bir halk sağlığı problemi haline gelen bu hastalık, hanımların adetten kesilme dönemlerinden sonra yani menopoz dönemlerinde gözlenmektedir. Esasında fizyolojik bir olayın sonucunda gelişen osteoporoz, hanımlardaki ostrojen hormonu üretme azalmasına paralel olarak gelişir. Bu nedenle menopoz dönemindeki hanımlarda, omurgalarda, kollarda ve kalça kemiğinde kemik yoğunluğu azalmasına bağlı olarak hafif bir darbe ile kolaylıkla kırıklar oluşabilmektedir. Doğal olarak hayat kalitesini etkileyen hatta insanları yatağa bağımlı bile kılan bu hastalıktan korunma yolları mevcuttur. Öncelikle menopoz dönemine girmiş hanımların düzenli egzersiz yapmaları, bol kalsiyum içeren gıda maddelerini tüketmeleri gerekmektedir. Eğer kullanılıyorsa muhakkak sigarayı bırakmak gerekmektedir. Bu düzenlemelerin dışında doktar kontrolünde çeşitli metodlarla osteoporoz tedavisi yapılmaktadır. Bunlar arasında en sık kullanılanı menopoz döneminde eksikliği olan ostrojen hormonunun verilmesi yani hormon replasman tedavisidir. Bu tedavi sadece kemik erimesini engellemekle kalmadığı gibi, hanımları yaşa bağlı olarak da kalp hastalıklarından korumakta ve yine menopoza bağlı görülen ateş ve ter basmalarını da gidermektedir. Bazı çalışmalarda hastaların hafıza fonksiyonlarında da bu tedavi sonucu iyileşmeler olduğu gözlenmektedir. Uygun tetkiklerden geçirilmiş olan ve kullanma sakıncası olmayan hanımlara uygulanan hormon replasman tedavisi, büyük oranda başarı sağlamaktadır. Son yıllarda gelişen ilaç teknolojisiyle parelel olarak osteoporoz tedavisinde kullanılmaya başlanılan sentetik hormon algılayıcısı düzenleyici bir ajan olan raloxifen (EVİSTA) özellikle yurtdışında osteoporozu önleme amacıyla çok kullanılmaktadır. Henüz yurdumuzda bulunmayan bu ilacı bazı hastalarımıza başarıyla uygulamaktayız.

Giderek yükselen ortalama insan ömrüyle birlikte, menopoz dönemindeki kadın sayısı da göreceli olarak artmış ve bu kişilerde menopoza bağlı gelişen osteoporozun görülme sıklığı fazlalaşmıştır. Osteoporoz tedavisinde kullanılmakta olan östrojen hormonunun yerine, son dönemlerde yurtdışında Raloxifen (Evista) adında bir ilaç kullanılmaktadır. Östrojene benzer olan bu yeni ilacın etki mekanizması kemik erimesini azaltarak kan -kalsiyum seviyesini yükseltmektedir. Raloxifen’in östrojene göre iki üstün yönü vardır. Birincisi rahim zarında kalınlaşma yapmayarak, ara kanamalarına neden olmaz ve rahim kanseri olma riskini artırmaz. İkincisi Raloxifen kullanan kadınlarda meme kanseri görülme riskini azaltır. Bunların dışında yapılan bazı çalışmalarda kandaki kötü huylu kolesterol seviyesini azaltarak, kalp damar hastalıklarına karşı koruyucu etkisi gösterilmiştir. Tüm bu özelliklerden dolayı hormon replasman tedavisine uyum sağlayamayan veya uygulanması sakıncalı olan menopoz dönemindeki kadınlar için alternatif bir tedavi seçeneğidir. Raloxifen gebelerde, açıklanmamış genital kanaması olanlarda ve kan pıhtılaşması bozuklukları gösteren kişilerde kullanılmamalıdır.





 


(Bundan sonrası farklı bir siteden alındı) (tolga  tan


OSTEOPOROZ NEDİR?


Osteoporoz, kemiklerin kütle kaybetmesine yol açan ve en yaygın görülen kemik metabolizması hastalığıdır. Kemiklerin kütlesinin azalması kolaylıkla kırılabilmesine neden olmaktadır. Osteoporoz’un kelime anlamı; Osteo (kemik) poroz (delikli) kelimelerinin birleşmesinden oluşur, delikli kemik halk arasında “kemik erimesi” olarak bilinir.


50 yaşın üzerinde her 8 kişiden 1′inde Osteoporoza bağlı omurga kırığı gelişmekte olup bu oran yaş ile birlikte artmaktadır. Kalça kırığı, 70 yaşın üzerindeki her 3 kadından ve her 9 erkekten 1′inde görülen önemli bir sağlık problemidir. Osteoporotik kırıklar olarak tanımlanan kırıklar, el bileği, omurga, ve kalça kırıklarıdır.


Osteoporozdan etkilenen insanların % 80′i kadınlardır. Kadınlarda daha sık rastlanan Romatoid Artrit gibi iltihaplı romatizmaların varlığı yada kortizon, tiroksin gibi ilaçların kullanımı halinde Osteoporoz riski artmaktadır.


Kemik yaşam boyu sürekli yapılan, yıkılan canlı bir dokudur. Yaşam süresince eski kemik yıkılır ve bunun yerini sağlam yeni kemik alır. Kemik bal peteği görünümünde olup başta kalsiyum olmak üzere önemli mineralleri depolar. 20 – 25 yaşlarına kadar yiyeceklerden alınan kalsiyumun kemiği yenileme kapasitesi kemiğin yıkım hızından daha yüksektir. 30′lu yaşlarda Tepe kemik kütlesi adı verilen en yüksek kemik kütlesine ulaşılır. Bu dönem kemiğin en güçlü olduğu dönemdir.


40 yaşları civarında kemik kütlesi yavaş yavaş azalmaya başlar. Bu kayıp menopozdan sonra kadınlarda östrojen hormonunun seviyesinin düşmesine bağlı olarak hızlanmaktadır. Menopozdan sonraki ilk 5 yıl kemik kütlesinin en hızlı kaybedildiği zaman dilimidir. Bu dönemde kadınlar her yıl kemik kütlelerinin % 3′ünü kaybedebilirler. Hızlı kayıp döneminin sonlarında, 60 yaş civarında Osteoporozun ilk belirtileri; kamburlaşma, boy kısalması, yaygın sırt ağrıları yada ufak bir zorlama sonucu oluşan kırıklar şeklinde ortaya çıkabilir.


RİSK FAKTÖRLERİ


Genç bir erişkin iken ulaştığımız “Tepe kemik kütlesi” ve yaşlanmaya başladığımızda oluşması beklenen “Kemik Kaybının Hızı” Osteoporoz gelişme riskimizi belirler. Kimlerin bu hastalığa yakalanacağı önceden öngörülememektedir. Ancak hastalığa yakalanma riski aşağıdaki durumlarda artmaktadır:


· 45 yaşın altında doğal yada cerrahi menopoz

· Kadın olmak

· İleri yaş

· Ufak, tefek, zayıf yapıda ve beyaz tenli olmak

· Ailede Osteoporotik kırık öyküsü (özellikle annede kalça kırığı)

· Daha önce kırık geçirmiş olmak (ön kol kırığı gibi)

· İnflamatuar (iltihaplı) eklem hastalığı yada Astım varlığı

· Kemik yıkımını hızlandıran ilaçların kullanımı (Kortizon, guatr ilaçları, sara ilaçları, heparin v.b.)

· Kalsiyumdan fakir beslenme, yetersiz D vitamini

· Sigara içme, alkol kullanımı, fazla kahve tüketimi

· Düzenli egzersiz yapma alışkanlığının olmayışı

· Erkeklerde düşük testosteron düzeyi

· Uzun süreli yatak istirahati

· Bunama


Yukardaki faktörlerden 1 ya da 1′den fazlası sizde var ise Osteoporoz’a yakalanma ve kırık riskiniz yüksektir.


Kadınların kemik kütlesi erkeklere oranla % 20 – 30 daha azdır. Bu nedenle erkeklere nazaran Osteoporoza yakalanma riski kadınlarda daha fazladır. Ancak ileri yaşlarda özellikle 70 yaşın üzerinde her iki cinste de kalça kırığı riski artmış olarak karşımıza çıkmaktadır. Astım ve iltihaplı eklem romatizmalarında kullanılan kortizon gibi ilaçlar, ilaç kullanımına bağlı kemik kütlesini azaltan ilaçların en önemlileridir. Kemik kaybının miktarı bu ilaçların dozuna ve kullanım sürelerine göre değişmektedir. 7,5 mgr’ın üzerinde uzun süreli kullanım (3 aydan uzun süre) kırık riskini artırmaktadır. Kortizon kemik yıkımını hızlandırır. Östrojen seviyelerini düşürür, kalsiyumun barsaktan emilimini azaltarak osteoporoza neden olur.


Kortizon dışında Osteoporoz riskini arttıran ilaçları; Guatr hastalığı tedavisinde kullanılan tiroksin, Sara hastalığında kullanılan antiepileptikler ve kanın pıhtılaşmasını engellemek için kullanılan heparin gibi ilaçlardır.


Bu ilaçları kullananlarda muntazam aralıklarla KMY (Kemik Mineral Yoğunluğu) ölçümü yapılmalıdır.


OSTEOPOROZDAN KORUNMA


Osteoporozdan korunmanın başlıca yöntemi; Tepe kemik kütlesine erişinceye kadar olan dönemde güçlü, sağlam kemik yapıyı oluşturmak ve sonraki yaşlarda kaybı engellemektir.


Yeterli ve güçlü kemik kütlesine sahip olursak ileri yaşlardaki kaybımızı daha az problem ile atlatabiliriz. Kemik kütlesi genetik faktörlere bağlı olarak değişebilirse de yaşam biçimimizi akillıca düzenleyerek Osteoporozu yavaşlatabilir ve hatta engelleyebiliriz.


Daha sonraki hayatınızdaki kaybı en aza indirebilmek için 35 yaşına kadar mümkün olduğunca en yüksek kemik kütlesine sahip olabilecek önlemleri almalısınız.


Aldığınız kalsiyum miktarını arttırın


Kalsiyum sadece kemik sağlığı için değil, diğer vücut fonksiyonları içinde gerekli bir mineraldir. Vücudumuz kanda belirli bir miktar kalsiyum bulundurmak zorundadır. Kaslarımızın kasılması, kalp ritmi ve normal kan akışkanlığı için kalsiyuma ihtiyaç vardır. Bunlar kalsiyumun kemik yoğunluğu üzerindeki etkisinden daha öncelikli fonksiyonlarıdır. Bu fonksiyonları yerine getirebilmek için yeterli kalsiyum almıyorsak vücudumuz depoları yani kemikteki kalsiyumu kullanacaktır.


Ne kadar kalsiyuma ihtiyacınız olduğu cinsiyetinize, yaşınıza ve Osteoporoz riskinize bağlıdır. Kalsiyum ihtiyacı ergenlikte, hamilelikte, emzirme döneminde ve menopozdan sonra artmakta günlük 1000 – 1500 mgr’a çıkmaktadır. Bu gibi özel durumların dışında günlük gereksinim 800 mgr kadardır. Bir bardak sütte yaklaşık 250 mgr kalsiyum bulunmaktadır. Ne yazıkki bir çok kadın günlük 500 mgr’ın altında kalsiyum alma alışkanlığındadır.


D vitamini kalsiyumun barsaktan emilimine ve kemikler tarafından depolanmasına yardımcı olan bir hormondur. Günlük ihtiyacımız olan miktar 400 – 800 İÜ’dir. Güneş ışığının etkisi ile cilt’de, karaciğerde ve böbrekte sentezlenerek aktif D vitamini haline dönüşür. Kış aylarında, güneş ışığından yeterli yararlanamama durumlarında sentezi azalmaktadır. İleri yaşlarda özellikle böbrekten yapımının azalması, yaşlanma sonucu Osteoporozun artmasına yol açan önemli bir nedendir.


Kalsiyum kaynağı olan yiyecekler:
Süt ve süt ürünleri en önemli kalsiyum kaynaklarıdır. Süt, yoğurt ve peynir en fazla kalsiyum içeren gıdalardır. Bir bardak süt günlük ihtiyacımızın 1/4′ünü sağlar. Yağ ve kaloriden kaçınmak için düşük yağ içeren süt ve süt ürünleri kullanılabilir (kalsiyum içerikleri değişmez).


Kalsiyumdan zengin diğer gıdalar

· Yeşil sebzeler

· Kabuklu deniz hayvanları

· Sardalya balığı

· Soya fasülyesi

· Fındık , badem

· Pekmez

· Kalsiyum ile zenginleştirilmiş meyve suları ,ekmekler v.s


Farmakolojik kalsiyum destekleri:

Kalsiyum içeren ilaçlar içerdikleri elemental (temel) kalsiyum miktarına göre çeşitlenirler. Kalsiyum karbonat en yüksek elemental kalsiyumu sağlar. Yemek esnasında alınması emilimlerini artırmaktadır. Kalsiyum sitrat ve kalsiyum glukonat bileşikleri daha az elemental kalsiyum içerirler, ancak vücudumuzun bunları emmesi daha kolaydır. Son yıllarda kalsiyum, magnezyum, çinko ve boron gibi kemik için yararlı diğer minerallerle zenginleştirilmiş kalsiyum bileşikleri üretilmektedir. Kalsiyum alınımı sırasında günde 6-8 bardak su içmeye özen gösterilmelidir. Hangi bileşiğin sizin için en iyi olduğunu doktorunuza danışabilirsiniz.


Sigara içmekten kaçının


Sigara içenler içmeyenlere oranla daha fazla osteoporoz riskine maruz kalmaktadırlar. Sigara birkaç yolla osteoporoza neden olmaktadır. Sigara içenler menopoza daha erken girerler, östrojen düzeyi sigara içenlerde daha düşüktür ve vücut kütle indeksi daha azdır.


Alkol kullanımından kaçının


Fazla miktarda (günlük 100 ml’den fazla) alkol tüketen kişilerde osteoporoza yakalanma riski yüksektir. Alkol, kemik yıkımını hızlandırır, alkol kullanan kişilerin kemik yoğunluğu daha düşüktür ve ayrıca alkol kullanımını düşme riskini de arttırmaktadır.


Egzersiz yapın ve yaşam boyu aktif kalın


Sedanter yaşam ve uzun süreli yatak istirahati osteoporoz riskini arttırır. Hareketli olma, kolay hareket edebilme yeteneğimizi arttırır, kas gücümüz artar, dengemiz korunur, düşmeden korunuruz.


Egzersiz kalp ve damar sağlığımız için de gereklidir. Osteoporozdan hem korunmada hem de tedavi amacı ile egzersizlerden yararlanılmalıdır. Korunmada yürüyüş gibi hafif egzersizler etkili olabilir ise de tedavide kullanılan egzersizler Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Uzmanları tarafından reçete edilen özel tipte ağırlık taşıma egzersizleri gibi egzersizlerdir.


Fiziksel olarak aktif bir insan değilseniz ve aşağıdaki durumlardan herhangi biri var ise egzersiz için doktora danışılmalıdır.

· 40 yaşından sonra kırık ya da osteoporoz’un varlığı

· Kalp hastalığı, yüksek tansiyon, felç, yüksek kolesterol

· Egzersiz sonrası göğüs, boyun, omuzlar ve kolda ağrı ya da sıkışma hissi oluşuyor ise

· Ufak bir güç sarfedildiğinde bile nefes darlığı ve baş dönmesi oluşuyor ise

· Egzersiz programına başlamadan önce diabet gibi özel tıbbi dikkat gerektiren bir hastalık mevcut ise.


Östrojen kullanımı


Menopozdan sonra kadınlar östrojen azalmasına bağlı olarak daha hızlı kemik kaybına maruz kalırlar. Bu hormon adet kanamalarını kontrol etmesi yanısıra kemiklerin kalsiyumu depolamasına ve kemik kütlesinin korunmasına da yardımcı olur. Ülkemizde ortalama menopoz yaşı 48 yaş civarıdır. Menopoza giren bütün kadınlar doktorları ile östrojen tedavisi konusunda bilgi almalıdırlar. Hızlı kaybın oluştuğu erken menopozal dönemde (ilk 5-10 yıl) kullanılması önerilmektedir. Kırık riskini en aza indirmek için östrojen kullanımında önerilen süre 10 yıldır. Kadın doğum uzmanları tarafından önerilen östrojen, tablet ya da cilt peç’leri şeklinde kullanılmaktadır. Östrojen kullanımı meme ve rahim kanseri riskini arttırmaktadır. Rahim kanseri riski östrojen ile birlikte progesteron kullanılarak azaltılabilir.


Östrojen kullanımı ile adet kanamaları benzeri kanamalar oluşabilir. Östrojene benzer etki gösteren yeni hormonlar daha az yan etki göstermektedirler. Östrojen kullanıyor iseniz sık sık doktor kontrolüne ihtiyacınız var demektir. Ailenizde meme kanseri, rahim kanseri ve kan pıhtılaşma sorunu var ise doktorunuz östrojen kullanmanıza izin vermeyebilir. Östrojen kullanmayan kişiler için kemik kütlesini koruyan ve kırığı engelleyen diğer ilaçlardan yararlanılır.


OSTEOPOROZ TANISI NASIL KONULUR ?


Kemiğiniz kırılana, kamburlaşana ve boyunuz kısalana kadar osteoporoz belirtilerini farketmeyebilirsiniz. Aşikar yakınmalar oluşuncaya kadar sessiz bir dönem geçirebilirsiniz. Doktorunuz osteoporoz olup olmadığınızı yada olma riski taşıyıp taşımadığınıza karar verebilir. Osteoporoza neden olabilecek diğer hastalıkların varlığı, (Tiroid hastalıkları, inflamatuar eklem romatizmaları, astım, ilaç kullanımı v.b.) kırık öykünüzün bulunması, beslenme durumunuz, genel sağlığınız, ailede özellikle annede kırık öyküsü gibi bilgiler doktorunuza riski belirlemede yardımcı olacaktır. Doktor fiziksel muayene, kan ve idrar tetkikleri ve radyografi ile tanıya ve ayırıcı tanıya gidebilir.


Risk mevcudiyetinde kemik mineral yoğunluğu ölçümü tanıyı kesinleştirir. Bu testler kırık riskini belirlemede en güvenilir yöntemlerdir. Hastalığın erken tesbit edilmesine de yardımcıdır. Riski yüksek olan hastalarda yılda birkez, riski düşük olan hastalarda 2-5 yılda bir tekrarlanır. Tedaviye yanıtı değerlendirmek içinde yılda bir kez tekrarlanabilir. 1 yıldan daha kısa aralıklarla yapılmasının yararı yoktur.


Kemik ölçümleri hızlı, kolay yapılabilen testlerdir. Çok çeşitli yöntemler var ise de en çok DEXA (Dual photon X-ray absorbsiometre) kullanılmaktadır.


DEXA ile kemiğin % 1-2′lik kaybı bile değerlendirilebilir. Osteoporoz tanısında ve tedavinin takibinde hekim önerisi ile kullanılmalıdır. Yenilerde daha ucuz ve basit olan ultrasonografi gibi kemik ölçüm metodları da denenmektedir.


Düz kemik radyografisi kırıkların tesbit edilmesinde yararlıdır. Ancak kemik yoğunluğunun saptanmasında hassas değildirler. Direkt radyografi ile kemik yoğunluğu azalması tesbit edildiğinde kemiğin en az % 30′u kaybedilmiş demektir.


Doktorunuz tanı için ve özellikle kemik kaybınızın hâlihazırda hızlı olup olmadığını tesbit edebilmek için kan ve idrar testleri isteyebilir. Bunlar: kan kalsiyum, fosfor, alkalen fosfataz, parathormon, D vitamini değerleri, tiroid fonksiyon testleri, sedimantasyon, karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri gibi testlerdir.


Osteoporoz hareket sistemi hastalıkları dediğimiz kas iskelet sistemi hastalıkları ile uğraşan Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon hekimlerinin en önemli uğraş alanı hâline gelmiştir. Osteoporozu olan hastalarda sıklıkla karşılaşılan sırt ağrıları kişilerin yaşam kalitelerini etkilemekte ve bu nedenle de boyun ve bel ağrılarının tanı ve tedavileri ile yoğun bir şekilde ilgilenen Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Uzmanlarına baş vurmaktadırlar. Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Uzmanları Osteoporoz’un tanısında, tedavisinde (ilaç, korseleme, egzersiz) yol göstericiniz olacaktır. Osteoporoz tanısı ve tedavisi için östrojen kullanıyor iseniz kadın doğum hastalıkları uzmanı ile, Guatr gibi bir hastalığınız söz konusu ise Endokrinoloji Uzmanı ile Osteoporoz riskinizi tartışabilirsiniz. Özellikle kalça kırığının tedavisi ve cerrahi gerektiren omurga ve ön kol kırıklarında ise Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanının yardımına başvurmalısınız.


OSTEOPOROZ TEDAVİSİ


Osteoporozu önlemek için alınan önlemler: Kalsiyum, düzenli egsersiz, östrojen alınımı, sağlıklı bir yaşam biçimi sürdürülmesi, aynı zamanda tedavi içinde yararlı önlemlerdir. Farklı tedavi seçenekleri değerlendirilirken, risklerinizin tanımlanması ve bunların tedavileri hakkında bilgilendirilmeniz yanısıra, yaşınızın, aktivite durumunuzun, diğer sağlık problemlerinizin ve kişisel tercihlerinizin hesaba katılması gerekecektir.

HRT yada hormon replasman tedavisi en eski ve en çok önerilen tedavilerden birisidir. Östrojen hormonu progesteron ile birlikte yada tek başına önerilmektedir. Östrojen tedavisinin Osteoporoz da etkili olabilmesi için menopozdan hemen sonra başlanması ve 5-10 yıl gibi uzun bir süre kullanılması gerekmektedir.


Kalsitonin (Miacalcic, Tonocalcin vb.), enjeksiyon yada nazal spray şeklinde önerilen Osteoporozu engellemenin yanısıra ağrıyı da kontrol eden bir ilaçtır. En az 2 – 3 yıl süre ile kullanılmalıdır.


Bisfosfonatlar son yıllarda üretilen, ağızdan alınıma elverişli kemik yoğunluğunu artıran ilaçlardır. Ülkemizde Etidronat (Didronat), Alendronat (Fosamax) bulunmaktadır.


Kalsiyum diğer tedavilerin yanısıra verilen, hemen tüm menopoz sonrası kadınlara önerilen bir ilaçtır. Son zamanlarda D vitamini ile birlikte alınması önerilmektedir. D vitamini seviyesi yaşla birlikte azalır. Kalsiyum ile D vitamini kombinasyonları, tek başına bile kemiğin % 30 – 35 oranında kazancı sonucunu sağlayabilirler.


Osteoporozun teşhis ve tedavisinde sürekli yeni metodlar geliştirilmektedir. Doktorunuz doğru tedaviyi bulmanız ve bu tedavinin risklerini, yan etkilerini ve yararlarını anlamanız açısından en iyi rehberiniz olacaktır.


DÜŞMELERİN ENGELLENMESİ


Yaşlandıkça, düşüp bir yerinizi kırma riskini artıran bir takım değişikliklerin oluştuğunu farkedebilirsiniz. Bunlar kas zayıflığı, görme bozukluğu, hastalık yada ilaç alınımı nedeni ile oluşan başdönmesinden kaynaklanabilir. Osteoporoz sonucu incelen kemik çok hafif bir zorlama sonucu bile kırılabilir. Bu nedenle düşme riskinin azaltılması ilaç ile tedavi kadar önemlidir. Düşme riskinizi kas gücünü artıran egzersizler yaparak, alçak ökçeli kaymayan tabanlı ayakkabılar giyerek azaltabilirsiniz. Düzenli göz muayeneleri, gereksinim duyarsanız gözlük kullanımı görüşünüzü iyileştirecektir. Doktorunuza baş dönmenizin nedenini sorun. Tansiyonunuzun ve kan şekerinizin ani inip çıkmaları konusunda bilgilerinin ve doktorunuzdan yardım isteyin. Aşağıdaki liste, evinizi daha güvenli kılmak ve düşme riskinizi alzaltmak için evde ne gibi önlemler almanız gerektiğini göstermektedir.


Işıklandırma

· Merdiven, oda ve koridorlar iyi ışıklandırılmalı

· Gereken yerlere gece aydınlatma sağlanmalı

· Yatağınızın yanında fener bulundurabilir ve gece kalktığınızda kullanabilirsiniz.


Zemin Döşeme

· Küçük, kayabilen halı, kilimlerden kaçının, kullanıyorsanız kaymaması için gerekli önlemi alın

· Halı kenarlarını sabitleyin

· Kaymayan cilalar kullanın

· Ayak altındaki elektrik kordonlarını kaldırın


Merdivenler

· Merdivenin başına ve altına elektrik düğmeleri koyun

· Kaymayan yüzeylerle kaplayın

· Trabzan koydurun ve inerken çıkarken kullanın


Banyo

· Banyo küvetinin, tuvaletin, duşun yanına tutunmaya yardımcı tutamaklar yerleştirin

· Kaymayı engelleyici tastik yada yapışan zeminler koyun


Mutfak

· Alet edevatı kolay erişilebilecek yerlere koyun (iskemleye tırmanmayı gerektirmeyen)

· Raflara ulaşmak için sağlam bir basamak kullanın.


 


(Bundan sonrası farklı bir siteden alındı) (tolga  tan


 














Menopoz sonrasında kadınlar kemik kaybı riski ile karşı karşıyadır, ancak erken tanı ile geleceğinizi koruyabilirsiniz.

Menopozdan sonra pek çok kadında osteoporoz ile sonuçlanabilen kemik kaybı gelişir. Ancak, göreceli olarak, oldukça az sayıda osteoporozlu kadına tanı konmuş ya da tedavi uygulanmıştır.

Kemik kaybının pek çok belirtisinin sessiz olduğunu bilmeniz çok önemlidir. Bu nedenle, daha sağlıklı bir geleceği garanti altına almak için, yapabileceğiniz her şeyi bir an önce yapmalısınız.
Web sitemizin bu bölümünde, kemik kaybı ve osteoporozla ilgili temel gerçekler yer almaktadır.Doktorunuzlaya da diğer sağlık görevlileriyle konuşmadan önce bu bölümü okuyarak işe başlayınız. Bu bölümü okuduktan sonra kemik kaybına karşı savaşta umut ve yardım olduğunu öğreneceksiniz.
Osteoporoz, kemiklerin daha gözenekli ve giderek daha güçsüz ve kırılgan olmasına yol açan bir hastalıktır (“osteo” kemik, “poroz” da gözenekli anlamına gelir).
Sağlıklı KemikOsteoporotik Kemik

Sağlıklı kemik yoğun ve güçlüdür ve büyük miktarda basınca dayanabilir. Ancak, osteoporoz geliştiğinde, kemikler incelir ve kırılgan bir hal alır ki bu, kemiklerin kırılma olasılığını arttırır.Osteoporozun Nedenleri

Vücudumuzda, bir taraftan yaşlı kemiklerin yıkımı olurken diğer taraftan yeni kemiklerin oluşturulduğu bir denge söz konusudur. Bu dengede, kemik yıkımının çok fazla olması ya da yenilenmenin yeterli olmamasına bağlı oluşan dengesizlik, osteoporoza neden olur.

Bu dengesizliğe katkıda bulunan en önemli etken menopozdur. 30′lu yaşların ortalarına kadar, çoğu kadın kaybettiğinden daha fazla kemik kazanır. Daha sonra, bu denge genellikle değişir ve kaybedilen kemik miktarı ile yerine konan kemik miktarı aşağı yukarı eşit olur. Ancak, menopoz sırasında hormonal değişiklikler, yani östrojen (kadınlık hormonu) düzeylerinin azalması kemik kaybını hızlandırır. Bu kemik kaybı ciddi bir düzeye ulaştığında, o kişide osteoporoz gelişir.

Osteoporoz’un yol açabileceği etkiler nelerdir?
Erken evrede osteoporoz, fark edilebilecek nitelikte çok az fiziksel değişikliğe yol açar. Ancak, hastalık ilerledikçe özellikle omurga, el bilekleri ve kalça kemiklerinde basit travmalarla kırıklar oluşabilir. Kemik kaybı kişide ağrılara, boy kısalmasına, hareket kısıtlılığına ya da omurganın eğrilmesine dahi (“kocakarı kamburu” olarak da bilinir) yol açabilir. Bu fiziksel belirtiler kişinin kendine güveninin ve gücünün azalmasına neden olabilir. Aynı zamanda, sağlıklı, aktif bir yaşam sürdürme yeteneği de dahil, kişinin başka birisine bagımlı kalma durumu dahi olabilir. Osteoporozla savaşmak için çeşitli yollar vardır. Bunlardan en önemlisi, osteoporozun erken dönemde saptanması, diğeri de tedavisidir.


Kimler RİSK altındadır?

En çok risk altında olanlar menopoz dönemindeki kadınlardır. Menopoz genellikle yaklaşık 50 yaşında başlar, ancak her hangi bir nedenle yumurtalıkları alınmış kadınlarda daha erken yaşta da başlayabilir. Menopoz sonrası dönemdeki kadınlar dışında risk altında olan başka gruplar da bulunmaktadır. Kemik kaybına en çok eğilimi olan kadınlar, ailesinde osteoporoz öyküsü olanlar, beyaz ırktan ve Asyalı kadınlar, ince, küçük kemik yapılı kadınlardır.
Osteoporoz riskine katkıda bulunabilecek diğer etkenler:



  • Sigara

  • Çok fazla alkol tüketimi

  • Çok az egzersiz

  • Çok az kalsiyum alımı (şimdi ya da çocukluk çağında)

  • Küçük bir kaza sonucu geçirilmiş kemik kırığı

  • Steroidler (astım ve artrit tedavisinde sık kullanılırlar) ve tiroid hormonu (çok yüksek dozda) gibi belirli ilaçların kullanımı

  • Erken menopoz (45 yaşından önce)


Eğer osteoporoz riski ile karşı karşıya olduğunuzu düşünüyorsanız:
Doktorunuzla konuşun Doktorunuz belirli bulgu ve belirtilerden sizde osteoporoz olup olmadığını söyleyebilir. Röntgen, kemik kaybının fazla olduğu ileri dönemlerdeki osteoporozda teşhise yardımcı olur.
Kemik yoğunluğu testini göz önünde bulundurun

Osteoporozun saptanması zor olduğundan, doktorunuz bir kemik yoğunluğu testi isteyebilir. Bu inceleme kemiklerinizin yoğunluğunu kesin bir şekilde ölçmek için en kolay yoldur ve özellikle erken dönemde, doktorunuzun hastalığa tanı koymasında yardımcı olabilir. İleride tekrarlanan incelmelerde, doktorunuzun kemik kaybı oranınızı izlemesinde de yardımcı olabilir. Çeşitli tipte kemik yoğunluğu testleri mevcuttur. Bunlar güvenilir, ağrısız ve vücut bütünlüğünü bozmayan testlerdir. Aynı zamanda kısa süre alır ki bazıları sadece birkaç dakika sürer. Bu testi yaptırmak, doktorunuzun sizde osteoporoz olup olmadığını belirlemesine yardımcı olmak için en güvenilir yoldur. Eğer risk altında olduğunuzu düşünüyorsanız, kemik yoğunluğu testi yaptırmanız gerekip gerekmediğini doktorunuza sorunuz.
Kemiklerinize iyi bakın

Gelecekte oluşabilecek kemik kaybını yavaşlatabilme yöntemleri konusunda dokturunuzla konuşun. Kalsiyum alımı osteoporozda önem taşımakla birlikte, menopozdan sonra kalsiyum kemik kaybını tamamen önleyemez ya da yeniden kemik yapımını sağlayamaz. Düzenli olarak yürümek, koşmak, spor yapmak ve hafif aerobik egzersizleri kemik gücünüzü arttırmakta yardımcı olabilir. Doktorunuzdan sizin gereksinimlerinizi karşılayacak bir egzersiz programı hazırlamakta yardımcı olmasını isteyiniz.

Eğer size osteoporoz tanısı konduysa
Harekete geçin

Yapabileceğiniz hiç bir şey olmadığını düşünme hatasına düşmeyin. Ya da kalsiyum alımının ve düzenli egzersiz yapmanın osteoporozu iyileştirmek için yeterli olduğunu düşünmeyin. Yapabileceğiniz çok şey bulunmaktadır. Doktorunuzla tedavi seçenekleriniz ve kemiklerinizi mümkün olduğu kadar sağlıklı ve güçlü tutmanın yolları hakkında konuşmakla işe başlayın.
Dikkatli olun

Var olan tedaviler konusunda bilgilenmeye çalışın. Tıp bilimi sürekli olarak yeni tedavi seçenekleri keşfetmektedir ve sizin tüm seçenekleri bilmeniz gerekir. Yine bunları doktorunuzla tartışınız.
Rahat olun

Eğer size osteoporoz tanısı konduysa yalnız değilsiniz. Dünyada 200 milyonun üzerinde osteoporozlu kadın bulunmaktadır. Kendinizi en şanslı olanlardan biri olarak düşünmeye çalışın; çünkü şimdi osteoporozla savaşmak için neler yapabileceğinizi biliyorsunuz. Bu konudaki ve diğer güncel tıbbi sorunlardaki yenilik ve gelişmeler, imkanlar ölçüsünde TIP’2000 de yer alacak ve sizlere rehberlik ederek yardımcı olmaya çalışacaktır.



 


(İstersen sen de biraz araştırma yap.ben bu kadar bulabildim.umarım işine yarar.yaladım yanaklarından.)


 



Osteoporoz (Kemik Erimesi) Nedir