28 Mart 2013 Perşembe

Genetik Kopyalama

Åžubat ayının 22’sinden itibaren, Ä°skoçya’nın Edinburg kentinde, biyoteknoloji alanında tuhaf bir geliÅŸme kaydedildiÄŸi, “Dünyanın sonu”, “Frankenstein” gibi ifadeleri de içeren dedikodularla birlikte etrafta konu olmaya baÅŸladı. Bilim çevreleri de basın da ÅŸaÅŸkındı, çünkü, seçkin yazarların ve bazı bilim adamlarının birkaç gündür zaten haberdar oldukları ve konuyu “patlatmayı” bekledikleri bu geliÅŸme, bir biçimde basına sızmış, dilden dile dolaÅŸmaya baÅŸlamıştı bile. Normalde pek de ciddiye alınmayacak böyle bir “dedikodunun” bu denli yayılabilmesi, iÅŸin içine çeÅŸitli dallarda makalelere yer veren saygın bilimsel dergi Nature’ın adının karışmasıyla olmuÅŸtu. Gerçekten de Nature, dedikodu niteliÄŸini fersah fersah aÅŸan bir bilimsel geliÅŸmeyle ilgili bir makaleyi 27 Åžubat’ta yayınlayacağını bilim yazarlarına duyurmuÅŸ ve bu tarihe kadar “ambargolu” olan bir basın bülteni dağıtmıştı. Batı ülkelerinde yazarlar normal olarak bu ambargolara uyar, hazırladıkları yazıları, ambargonun bittiÄŸi tarihte, aynı anda yayına verirler. Ancak, aralarında ünlü The Observer’ın da bulunduÄŸu bazı dergi ve gazeteler ambargoyu çoktan delmiÅŸ, konuyu kamuoyuna duyurmuÅŸtu bile. Haberin, kaynağı olan Nature ve ambargoya saygı gösteren çoÄŸu nitelikli dergi ve gazetede yer almaması da, dedikodu trafiÄŸini artırmış, ortaya atılan spekülasyonlarla beklenenden fazla ilgi toplanabilmiÅŸti.


Hatta, Mart ayının başlarında, koyun klonlama haberinin yarattığı ilgi ortamını değerlendirmek isteyen bazı haberciler, aynı yöntemle Oregon Primat Araştırmaları Merkezi’nde maymunların klonlandığını öne sürdüler. Oysa, Oregon’da gerçekleştirilen, embriyo hücrelerinin oldukça sıradan bir yöntemle çoğaltılmasıyla yapılmış bir deneydi. Klonlama, yetişkin bir canlıdan alınan herhangi bir somatik (bedene ait) hücrenin kullanılmasıyla canlının genetik ikizinin yaratılmasını açıklamakta. Kavramsal temelleri çoktandır hazır olan bu işlemin uygulamada gerçekleştirilemeyeceği düşünülüyordu.


Edinburg’daki Roslin Enstitüsünden Dr. Wilmut ve ekibi bunu baÅŸarmış gibi görünüyor. “Ben bu filmi daha önce seyretmiÅŸtim!” diyenleri rahatlatmak için hemen belirtelim ki, aynı ekip 1995 yılında embriyo hücrelerini kullanarak yine ikiz koyunlar üretmiÅŸ ve bunu duyuran makaleyi yine Nature dergisinde yayımlatmıştı. Bu deney de basına yansımış, ancak, son geliÅŸmeler kadar yankı uyandırmamıştı. Ne de olsa bu yöntem, döllenmiÅŸ yumurtanın kazayla bölünüp tek yumurta ikizlerine yol açtığı bildik süreçlerden farksızdı. Sıklıkla unutulduÄŸu için tekrarlamakta yarar var ki, Wilmut’un son baÅŸarısının önemi, iÅŸe somatik bir hücrenin çekirdeÄŸiyle baÅŸlamasında yatıyor. Bu baÅŸarının ortaklarını anarken PPL Tıbbi AraÅŸtırmalar ÅŸirketini de atlamamak gerek. Borsalarda tırmanışa geçen hisseleriyle geliÅŸmenin meyvelerini ÅŸimdiden yemeye baÅŸlayan PPL, projenin hem amaçlarını belirleyerek hem de maddi olanakları yaratarak kuzu Dolly’nin varlığının temel sebebi olmuÅŸ.


Dr. Wilmut’un gerçekleÅŸtirdiÄŸi baÅŸarı şöyle özetlenebilir: YetiÅŸkin bir koyundan alınan somatik bir hücrenin çekirdeÄŸini dahice bir yöntemle, baÅŸka bir koyuna ait, çekirdeÄŸi alınmış bir yumurtaya yerleÅŸtirmek ve bilinen “tüp bebek” yöntemiyle yeni bir koyuna yaÅŸam vermek. Adını, ünlü ÅŸarkıcı Dolly Parton’dan alan kuzu Dolly, isim annesinin deÄŸilse de, DNA annesinin genetik ikizi. Dolly, sevimli görünüşüyle kamuoyunun sempatisini kazanmış ve tüm bu süreç ilginç bir bilimsel oyun olarak sunulmuÅŸsa da gerçekte deney oldukça iyi belirlenmiÅŸ bilimsel ve maddi hedefleri olan, soÄŸukkanlı bir süreç. Zaten Dolly’nin araÅŸtırmacılar arasındaki adı da en az varlığı kadar “soÄŸukkanlıca” seçilmiÅŸ: 6LL3… PPL’in idari sorumlusu Dr. Ron James, ÅŸirket sırlarını kaybetme kaygısıyla maddi hedeflerini pek açığa vurmamakla birlikte, hemofili hastaları için koyunlara insan kanı pıhtılaÅŸma faktörü ürettirmeyi de içeren pek çok önemli ticari hedefin ipuçlarını veriyor.


PPL ve Roslin Enstitüsü’nün çalışmaları, geçmiÅŸi çok eskilere dayanan ve önemli geliÅŸmelerin kaydedildiÄŸi bir alan olan transjenik (gen aktarılmasıyla ilgili) araÅŸtırmaların bir üst aÅŸamaya, nükleer transfer (çekirdek aktarılması) evresine doÄŸru ilerletilmesinden baÅŸka birÅŸey deÄŸil. Yıllardır baÅŸarıyla sürdürülen transjenik çalışmalarda tek boynuzlu keçi, üç bacaklı tavuk gibi görünüşte çarpıcı, yararı kısıtlı çalışmaların yanı sıra, insan proteinlerinin hayvanlara ürettirilmesi gibi, modern tıp için çığır açıcı sayılabilecek baÅŸarılar kaydedildi. Son geliÅŸmelere imzasını atan ekip, daha önce insan bünyesince üretilen molekülleri gen transferi yöntemiyle bir koyuna ürettirmeyi baÅŸarmıştı. Söz konusu deneyde gerek duyulan moleküllerin koyunun tüm hücrelerinde deÄŸil, sadece süt bezlerinde sentezlenmesinin saÄŸlanması, koyunun “ilaç fabrikası” olarak deÄŸerlendirilmesini beraberinde getiriyordu. Dolly baÅŸarısının en önemli potansiyel yararı da bununla ilgili zaten. Gen transferi yöntemiyle, istediÄŸiniz maddeyi sentezleyebilen bir canlıya sahip olduÄŸunuzda, madde verimini artırmak üzere aynı süreci zaman ve para harcayarak yinelemeye çabalamak yerine elinizdeki canlının genetik ikizlerini yaratabilirseniz, ticari deÄŸer arz edebilecek miktarda ilaç hammaddesi üretimine geçebilirsiniz. Elinizde birkaç on tane genetik özdeÅŸ canlı biriktikten sonra, bu küçük sürüyü doÄŸal yollardan üremeye bırakacak olursanız, hem “yatırımınız” kendi kendine büyüyecek, hem de genetik çeÅŸitlilik yeniden oluÅŸmaya baÅŸlayacağından, tek bir virüs tipinin tüm “fabrikayı” yok etmesinin önünü alacaksınız demektir.


Biraz Ayrıntı


Ä°skoç ekibin gerçekleÅŸtirdiÄŸi klonlama deneyinin, dünyanın pek çok bölgesine dağılmış sayısız standart biyoteknoloji laboratuvarında “kolayca” gerçekleÅŸtirilebileceÄŸi söyleniyor. Yine de uygulanan yöntem, günlük gazetelerdeki basit ÅŸemalarda anlatıldığı kadar kolay ve hemen tekrarlanabilir türden deÄŸil. Ä°skoç ekibin baÅŸarısı ve önceki sayısız benzeri çalışmanın baÅŸarısızlığı, Wilmut’un, verici koyundan alınan hücre çekirdeÄŸiyle, kullanılan embriyonik hücrenin “frekanslarını” çok hassas biçimde çakıştırabilmesine dayanıyor. Bu yöntemle araÅŸtırmacılar, yetiÅŸkin çekirdeÄŸin genetik saatini sıfırlamayı, tüm geliÅŸim sürecini baÅŸa almayı becerebilmiÅŸler. Yöntemin ayrıntılarına girmeden önce bazı temel kavramlara açıklık getirmekte yarar var.


ÇoÄŸu memeli canlı gibi insan bedeni de milyarlarca hücreden oluÅŸuyor. Bu hücrelerin milyonlarcası her saniye bölünmeyi sürdürerek beden geliÅŸimini devam ettiriyor ve yıpranmış hücreleri yeniliyor. Bu hücrelerin önemli kısmı bedenimizin belli baÅŸlı bölümlerini oluÅŸturan “somatik hücreler.” Tek istisna, üreme hücreleri. EÅŸeyli üreme, gametlerin (sperm ve yumurta) ortaya çıktığı “mayoz bölünme”yle baÅŸlıyor. Cinsel birleÅŸme sonucunda, spermin yumurtayı döllemesiyle de yeni bir canlının ilk hücresi “zigot” oluÅŸuyor. Bu noktadan sonra geliÅŸmeye dönük hücre bölünmeleri, “mayoz” deÄŸil, “mitoz” yoluyla ilerliyor.


Koyun ve insan hücrelerinin de dahil olduÄŸu ökaryotik yani, çekirdeÄŸi olan hücreler, farklı geliÅŸim evreleri içeren bir yaÅŸam döngüsü geçiriyorlar. Bu döngüyü, hücrenin görece duraÄŸan olduÄŸu “interfaz” ve belirgin biçimde bölünmenin gerçekleÅŸtiÄŸi mitoz evrelerine ayırmak mümkün. Hücre, yaÅŸam döngüsünün yüzde doksan kadarını interfaz evresinde geçiriyor. Aslında, bu duraklama evresi göründüğü kadar sakin deÄŸil; hücre, tüm bileÅŸenlerini DNA’yı sona bırakacak biçimde çoÄŸaltarak, bölünmeye hazırlanıyor. Alt evreleri son derece iç içe girmiÅŸ olan interfaz evresini iÅŸlevsellik açısından G1, S ve G2 alt evrelerine ayırmak yerleÅŸmiÅŸ bir gelenek. Yani, hücrenin yaÅŸam döngüsü bu üç evre ve M (mitoz)’dan oluÅŸuyor. G1 evresi, DNA dışındaki bileÅŸenlerin çoÄŸaldığı bir dinlenme dönemi. S, DNA’nın bölünmesiyle sonuçlanan bir geçiÅŸ evresi. G2 ise, iç geliÅŸmenin tamamlanıp, hücrenin mitoz yoluyla bölünmeye hazırlandığı süreci içeriyor.


Hücrelerin hangi evreyi ne kadar sürede tamamlayacakları bir biçimde programlanmış durumda. Belli bir organizmanın tüm hücreleri bu evreleri aynı sürede tamamlıyorlar. Yine de, ani çevresel koşul değişiklikleri hücreleri G1 evresinde kıstırabiliyor; sözgelimi, besleyici maddelerin miktarı birdenbire minimum düzeye düştüğünde. G1 evresinin belli bir aşamasında, öncesinde bu duraklamaya izin verilen sabit bir kritik noktası var. Bu kritik nokta aşılırsa, çevresel koşullar ne yönde olursa olsun, DNA replikasyonunun önü alınamıyor. İleride göreceğimiz gibi, bu noktanın denetim altında tutulabilmesi, Wilmut ve ekibinin başarılı bir klonlama gerçekleştirebilmelerinin altın anahtarı olmuştur.


Bu noktada bir parantez açarak G1, S, G2 ve M evrelerinin denetim altına alınmasının, hücrenin yaşam döngüsünü olduğu kadar, hücrenin özelleşmesini, sözgelimi beyinden veya kas hücrelerinden hangisine dönüşeceğini de kontrol altına alabilmeyi, bir başka deyişle, hücrenin genetik saatini sıfırlamayı sağladığını ekleyelim. Wilmut ve ekibi Dolly’i klonlayıncaya kadar bu sürecin tersinmez olduğu, söz gelimi, bir defa kas hücresi olmaya karar vermiş bir hücrenin yeniden programlanamayacağı zannediliyordu. Peki Wilmut bunu nasıl başardı?


Soruyu tersinden cevaplayacak olursak, diÄŸerlerinin bunu baÅŸaramamalarının nedeninin, kullandıkları somatik hücrelerin çekirdeklerini S veya G2 evrelerindeki konakçı hücrelere yerleÅŸtirmeleri olduÄŸunu söyleyebiliriz. Eski kuramsal bilgilere göre bu yöntemin iÅŸe yaraması gerekiyordu, çünkü çekirdeÄŸin mitoza yaklaÅŸmış olması avantaj olarak görülüyordu. Ancak bu denemelerde, iÅŸler bir türlü yolunda gitmedi. KaynaÅŸtırmadan sonra, hücre fazladan bir parça daha mitoz geçiriyor ve yararsız, kopuk kromozom parçaları meydana geliyordu. Bu “korsan” genler, geliÅŸimin normal seyrini sürdürmesi için ciddi bir engel oluÅŸturuyordu. Dersini çok iyi çalışmış olan Wilmut, bu olumsuz deneyleri deÄŸerlendirerek hücreyi G1 evresinin kritik noktadan önceki duraksama döneminde, “G0 evresinde” kıstırmaya karar verdi.


Verici koyundan alınan meme dokusu hücrelerini kültür ortamında gelişmeye bırakan Wilmut, hücrelerin geçirdiği evreleri sıkı gözetim altında tutarak bir hücreyi G0 evresinde kıstırıp bu haliyle durağanlığa bırakmayı başarmıştı. Bunun için, hücrenin besin ortamını neredeyse öldürme sınırına kadar geriletmiş, tüm süreci dondurarak bir anlamda genetik saati de sıfırlayabilmişti. Üstelik bu evre, kaynaştırılacağı yumurta hücresinin mayoz gelişim sırasında girdiği, bu işlem için en uygun olan metafaz-II evresiyle de mükemmel bir uyum içindeydi. İşlemin diğer kısımları yemek tariflerinde olduğu kadar sıradan ve kolay uygulanabilir nitelikte. G0 evresindeki çekirdek metafaz-II evresindeki yumurtayla kaynaştırılıp, normal besin koşulları ve hafif bir elektrik şoku etkisiyle olağan çoğalma sürecine yeniden sokulduğunda, her şey tüp bebek olarak bilinen, in vitro fertilizasyon sürecindeki işleyişe uygun hale geliyor. Zigot, anne koyunun rahmine yerleştiriliyor ve gerekli hormonlarla normal hamilelik süreci başlatılıyor.


Wilmut ve ekibinin gerçekleştirdikleri hakkında bilinenler, yukarıda kaba hatlarıyla anlatılanlarla sınırlı. Sürecin duyurulmayan kritik bir evresi varsa, bu ticari bir sır olarak kalacağa benziyor. Ancak, herkesin olup bitenler hakkında aynı bilgilere sahip olması, deneyin başarısı konusunda kimsenin şüphe duymamasını gerektirmiyor. 277 denemeden sadece birinin başarılı olması başta olmak üzere, çoğu uzmanın takıldığı pek çok soru işareti var. Herşeyin ötesinde, herhangi bir olgunun bilimsel gelişme olarak kabul edilmesi için, sürecin yinelenebilirliğinin gösterilmesi gerekiyor.


Bir embriyolog, Jonathan Slack, çok daha temel şüpheleri öne sürüyor: “AraÅŸtırmacılar, yumurta hücresindeki DNA’ları tümüyle temizleyememiÅŸ olabilirler. Dolayısıyla Dolly, sıradan bir koyun olabilir.” Slack, alınan meme hücresinin henüz tamamen özelleÅŸmemiÅŸ olabileceÄŸini, böyle vakalara meme hücrelerinde, bedenin diÄŸer kısımlarına göre daha sık rastlanılabildiÄŸini de ekliyor. Zaten Wilmut da, bedenin diÄŸer kısımlarından alınan hücrelerin aynı sonucu verebileceÄŸinden bizzat şüpheli. ÖrneÄŸin, büyük olasılıkla kas veya beyin hücrelerinin asla bu amaçla kullanılamayacaklarını belirtiyor. Ãœstüne üstlük, koyun bu deneylerde kullanılabilecek canlılar arasında biraz “ayrıcalıklı” bir örnek. Koyun embriyolarında hücresel özelleÅŸme süreci zigot ancak 8-16 hücreye bölündükten sonra baÅŸlıyor. Geleneksel laboratuvar canlısı farelerde ise aynı süreç ilk bölünmeden itibaren gözlenebiliyor. Ä°nsanlarda ise ikinci bölünmeden itibaren… Bu durum, aynı deneyin fare ve insanlarda asla baÅŸarılı olamaması olasılığını beraberinde getiriyor.


Dile getirilen açık noktalardan biri de, hücrelerde DNA barındıran tek organelin çekirdek olmayışı. Kendi DNA’sına sahip organellerden mitokondrinin özellikle önem taşıdığı savlanıyor. Memeli hayvanlarda mitokondriyal DNA, embriyo gelişimi sırasında sadece anneden alınıyor. Her yumurta hücresi, farklı tipte DNA’lara sahip yüzlerce mitokondriyle donatılmış. Bu mitokondriler zigotun bölünmesinin ileri evrelerinde, embriyo hücrelerine dengeli bir biçimde dağılıyor; ancak, canlının daha ileri gelişim evrelerinde, bu denge belli tipteki DNA’lara doğru kayabiliyor. Parkinson, Alzheimer gibi hastalıkların temelinde bu mitokondriyal DNA kayması sürecinin etkileri var. Bu yüzden kimileri, sağlıklı bir kuzu olarak doğan Dolly’nin, zigot gelişimine müdahele edilmiş olması yüzünden sağlıksız bir koyun olarak yaşlanabileceğini öne sürüyorlar. Şimdilik Dolly’nin tek sağlıksız yönü, basına teşhir edilirken sabit tutulması amacıyla fazla beslenmesi yüzünden ortaya çıkan tombulluğu.


Klonlamalı mı?


Klonlamanın özellikle de insan klonlama konusunun etik boyutu kamuoyunca, günlük yaÅŸamda kültürün, temel bilimsel birikimin, tarih, siyaset ve toplumbilimin en yaygın ve temel kavramlarıyla tartışılabilir nitelik kazanmıştır. Nükleer enerji kullanımı, hormon destekli tarım, ozon tabakasına zarar veren gazların üretimi gibi, farklı toplum kesimlerince kolayca anlaşılabilir ve tartışılabilir kabul edilen klonlama, ÅŸimdiden kamuoyunun gündeminde yerini aldı. Kamuoyunun, bilimsel ve teknolojik geliÅŸmelerin uygulanıp uygulanmaması konusunda birtakım ahlaki gerekçelerle ne ÅŸekilde ve ne ölçüde yaptırım uygulayabileceÄŸi tartışmalı olsa da, ÅŸu anda kamuoyunun isteksizliÄŸi klonlama çalışmalarının daha ileri aÅŸamalara taşınmasına en güçlü engel olarak gösteriliyor. Oysa, “tüp bebek” diye bilinen in vitro fertilizasyonun, baÅŸlangıçtaki ÅŸiddetli tepkilerden sonra kolayca kabullenilmesi, iÅŸin içine “çocuk sahibi olma isteÄŸi ve hakkı” karıştığı durumlarda (aynı argüman klonlama konusunda da sıkça kullanılıyor) toplumun ne kadar kolay ikna olabileceÄŸinin bir göstergesi.


Bilimkurgu romanları ve filmlerinde kaba hatlarıyla çokça tartışılmış olan klonlama konusunda halihazırda belli belirsiz bir kamuoyu “oluÅŸturulmuÅŸ” durumda. Åžu anda sürmekte olan tartışmaların bilinen yanlışlara yeniden düşmemesi için birkaç temel olguya açıklık getirmek gerekiyor. Olası yanılgıların en sık rastlananı, klonlanmış bir canlının, (tartışmalara sıkça insan da dahil ediliyor) genin alındığı canlının fizyolojik özellikleri bir yana, kiÅŸilik özellikleri bakımından özdeÅŸi olacağı kanısı.


Kazanılmış özelliklerin kalıtsal yolla taşınabileceği yanılgısı, Philosophie Zooloique (Zoolojinin Felsefesi) adlı ünlü yapıtı 1809 yılında yayınlanmış olan, Fransız zoolog Jean Baptiste Lamarck’a dayanıyor. Lamarck’ın görüşlerinin takipçileri, insanların gözlemlenebilir kişilik özelliklerinin önemli ölçüde kalıtsal nitelik taşıdığını savlayarak, çevresel koşulların gelişim üzerindeki etkilerini neredeyse tamamen yadsıyorlardı. Oysa, genetik, evrim, psikoloji gibi alanların ortaya koyduğu çağdaş ölçütler, kazanılmış karakterlerin kalıtsal nitelik gösteremeyeceğini ortaya koyarak, kişilik oluşumunda çevresel etmenlerin güçlü bir paya sahip olduğunu kanıtlamıştır.


Bu baÄŸlamda, basında da yankı bulan “koyunlar zaten birbirlerine benzerler” esprisinin aslında ciddi bilimsel doÄŸrulara iÅŸaret ettiÄŸinin altını çizmek gerekiyor. Klonlanmış bir koyunun, genetik annesinin genetik ikizi olduÄŸu ölçülerek gösterilebilir bir gerçektir. Oysa, gözlemlenebilir kiÅŸilik özellikleri oldukça kısıtlı olan koyunların birbirlerine benzemeleri kaçınılmazdır. Çok daha karmaşık bir organizma olan insanoÄŸlu, sayısız gözlemlenebilir kiÅŸilik özelliÄŸi sayesinde, genetik ikizinden kolayca ayırt edilebilir.


Tüm bunların ötesinde, klonlanmış bir insanın sadece kiÅŸilik bakımından deÄŸil, fizyolojik ve bedensel özellikleri bakımından da, genetik ikizinden farklı olacağını peÅŸinen kabullenmek gerekiyor. Bir bebeÄŸin biçimsel özelliklerinin ana rahminde geçirdiÄŸi geliÅŸim süreci içerisinde tümüyle DNA’sı tarafından belirlendiÄŸi görüşü yaygın bir yanılgı. DNA molekülü, insan geometrisine dair tüm bilgileri en sadeleÅŸmiÅŸ biçimiyle bile bütünüyle kapsayamayacak kadar küçük. ÇoÄŸu biçimsel özellik, akışkan dinamiÄŸi, organik kimya gibi alanlardaki temel evrensel yasaların kontrolünde meydana geliyor. Bu süreçte de, her zaman için rastlantı ve farklılaÅŸmalara yeterince yer var. Bir genetik ikiz, kuramsal açıdan, eÅŸine en fazla eÅŸ yumurta ikizlerinin birbirlerine benzedikleri kadar benzeyebilir. Uygulamada ise, benzerlik derecesi çok daha düşük olacaktır; aynı rahimde aynı anda geliÅŸmediÄŸi, aynı fiziksel ve kültürel ortamda doÄŸup büyüyemediÄŸi için… Ä°ÅŸin bu boyutunu da göz önünde bulunduran Aldoux Huxley, romanında, Bokanovski Süreci’yle çoÄŸaltılmış bebekleri, yetiÅŸtirme çiftliklerinde psikolojik koÅŸullandırmaya tutma gereÄŸi duymuÅŸtu. Benzer biçimde, 1976’da yazdığı The Boys from Brazil romanında Adolf Hitler’den klonlanan genç Hitler’lerin öyküsünü kurgulayan Ira Levin, klonları, Adolf Hitler’in kiÅŸiliÄŸinin geliÅŸtiÄŸi tüm olaylar zincirinin benzerine tabi tutma gereÄŸini hissetmiÅŸti. Tüm bu “hal çarelerine” raÄŸmen, kopya insanın genetik annesinden çoÄŸu yönden farklı olması kaçınılmaz görünüyor. DiÄŸer tüm koÅŸullar denk olsa bile, kopya birey, aynı zamanda ikizi olan bir anneye sahip olmasından psikolojik bakımdan etkilenecektir. SaÄŸduyumuz bize Hitler’i genlerinin deÄŸil, Weimar Cumhuriyeti sonrası sosyo-ekonomik koÅŸulların ve genç Adolf’un kıstırıldığı maddi ve manevi bunalımların yarattığını öğretiyor.


Tüm bunların ışığında, klonlama konusundaki popüler tartışmaları, tıkanıp kaldıkları, “beklenmedik bir ikize sahip olma” fobisinden kurtarılıp, daha gerçekçi zeminlere çekilmesi gerekiyor. Gen havuzunun (belli bir topluluktaki genetik çeÅŸitlilik) daralması, hayvancılığın geleneksel yapısından koparılıp biyoteknoloji ÅŸirketlerinin güdümüne girmesi, yol açılabilecek genetik bozuklukların kontrolden çıkması, bu alanda çalışan bazı ÅŸirketlerin (söz gelimi PPL’in) tüm tekel karşıtı yasal önlemleri delerek ciddi ekonomik dengesizliklere yol açması gibi akla gelebilecek sayısız somut etik sorununun tartışılması gerekiyor. Yoksa, akademik organlardan dini cemaatlere kadar sayısız grup geliÅŸmeleri “kitaba uydurma” çabasıyla, kısır tartışmalara girebilir. ÖrneÄŸin, Budist bir araÅŸtırmacı, Dolly’nin eski yaÅŸamında ne gibi bir kabahat iÅŸleyip de bu yaÅŸama klonlanmış olarak gelmeyi hak ettiÄŸi üzerine kafa yoruyormuÅŸ.


Aslında biyoteknolojik tekelcilik tehdidine, Cesur Yeni Dünya’da Aldous Huxley de iÅŸaret etmiÅŸti: “İç ve Dış Salgı Tröstü alanından hormon ve sütleriyle Fernham Royal’daki büyük fabrikaya hammadde saÄŸlayan ÅŸu binlerce davarın böğürtüsü duyuluyordu…”


İnsanoğlunun temel kaygıları, şimdilik bazı temel koşullarda klonlamayla çelişiyor gibi görülüyor: Bir çiftçi düşünün ki, kendisi için tüm evreni ifade eden kasabasında herkese hayranlıktan parmaklarını ısırtan bir danaya sahip olsun. Bu danayı klonlayıp tüm sürüsünü özdeş yapmayı ister miydi? Büyük olasılıkla biraz düşündükten sonra bundan vazgeçerdi. Danasının biricik oluşu ve genetik çeşitliliği sayesinde bu danaya yaşam veren sürüsünün daha da güzel bir dana doğurması olasılığı çok daha değerli. Ömrü boyunca aynı dananın ikizlerine sahip olmayı kabullenmiş bir çiftçinin komşusu her an elinde daha güzel bir danayı ipinden tutarak getirebilir.



Genetik Kopyalama

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder